Az Seçilen Yol (The Road Less Traveled), Amerikalı psikiyatrist Scott Peck’in insan ruhunu derinlemesine analiz ettiği en önemli eserlerinden bir tanesidir. 1978 yılında yayımlanan kitap, yıllar boyunca birçok okuyucuya rehberlik etmiş, hayatın zorluklarını kabul etme ve ruhsal gelişim üzerine sağlam düşünceler sunmuştur.
Kitap dört ana bölümden oluşur: Disiplin, Sevgi, Tekâmül ve Din ve İnayet (Lütuf).
Her bölümde, Peck, insan doğası, psikoterapi süreçleri ve ruhsal gelişim üzerine düşüncelerini örnekler ve deneyimlerle derinleştirir. Az seçilen yol olarak adlandırdığı şey, insanın tekâmül yolculuğudur ve bahsedilen dört başlık da bu yolculuktaki rehberlerimizdir.
Kitabın bize sunduğu derin görüşlere geçmeden önce yazar hakkında kısa bir bilgilendirme yapmakta fayda var.
M. Scott Peck Kimdir?
Dr. M. Scott Peck, ruhsal ve psikolojik konulara derin ilgi duyan bir psikiyatristtir. Psikoterapi ve kişisel gelişim üzerine olan deneyimlerini, geniş kitlelere ulaştırmayı başarmış ve dünya çapında bir rehber haline gelmiştir. Peck, yaşamı boyunca psikoterapi, ruhsal gelişim ve insan doğası üzerine yazılar yazmış, Az Seçilen Yol gibi kitaplarla geniş kitleler tarafından okunmuş ve sevilmiştir. Bu kitap, kişisel gelişim alanında bir klasik olarak kabul edilir ve bireylerin içsel yolculuklarına ışık tutar.
Yazar kitaba, ruhsal tekâmül yolculuğunun uzun, zor ve ömür boyu süren bir yolculuk olduğunu belirterek başlamıştır.
Yine en başta, zihin ve ruh arasında bir ayrım yapmadığını vurgulamış ve bunların tekâmül süreçleri arasında da bir ayrım yapmamıştır.
Kitapta dört ana başlıktan bahsetmiştik, bu yazıda dört başlık özetlenirken yazarın kaleminden birebir alıntılar yapacağız.
Yazar, tekâmül sürecinin ilk adımının disiplin olduğunu söyler.
DİSİPLİN
Sorunlar ve Acı
Yaşam zordur. Bu büyük bir gerçektir. Yaşamın zor olduğunu gerçekten bildiğimizde ve bir kez kabul ettiğimizde onun bu zorluğunun artık bir önemi kalmaz.
Çoğu insan yaşamın zor olduğu gerçeğini görmez, bunun yerine onlar sürekli çektiği zorluklardan, sorunların büyüklüğünden yakınırlar; bunu da sanki yaşam kolaymış ya da kolay olması gerekirmiş gibi yaparlar.
Yaşam bir sorunlar dizisidir. Onlardan yakınmak mı istiyoruz yoksa onları çözmek mi? Çocuklarımıza onları çözmeyi öğretiyor muyuz?
Disiplin, yaşam sorunlarını çözmek için kullandığımız temel araç takımıdır. Disiplin olmadan hiçbir şeyi çözemeyiz. Mutlak bir disiplinle tüm sorunları çözebiliriz.
Yaşamı zor kılan şey, sorunlarla yüzleşme ve onları çözmenin acı verici bir süreç olmasıdır. Sorunlar bizim bir dizi rahatsız edici hisler duymamıza sebep olurlar. Gerçekten de olayların bizde uyandırdığı acıdan dolayı onları sorun olarak adlandırırız. Ve yaşam karşımıza sık sık sorunlar çıkardığına göre yaşam daima zordur ve sevinçle olduğu kadar, acıyla da doludur.
Ancak yaşam, tüm bu sorunlarla karşılaşıp onları çözme sürecinden dolayı bir anlama sahiptir.
Sorunlar, başarı ile başarısızlık arası farkı belirleyen keskin kenarlardır. Sorunlar cesaret ve bilgeliğimizi ortaya çıkarır, yaratırlar. Sorunlar yoluyla zihinsel ve ruhsal olarak gelişiriz.
Benjamin Franklin ‘in de dediği gibi “Acı veren şeyler öğretir.” Bu yüzden bilge insanlar sorunlardan korkmamayı, sorunları ve onların getirdiği acıyı iyi karşılamayı öğrenirler.
Çoğumuz böyle bilgece davranmaz, getireceği acılardan korkarak sorunlardan az çok kaçmaya çalışırız. Onları görmezden gelmeye çalışır hatta buna yardımcı olması için uyuşturucu ilaçlar alarak acıya neden olan sorunları unutabiliriz.
Bu, sorunlardan ve onların içerdikleri duygusal acıdan kaçınma eğilimi (akıl veya ruh hastalıkları olarak da bilinen) tüm zihinsel hastalıkların temelini oluşturur. Çoğumuz bu eğilime az ya da çok sahip olduğumuzdan, çoğumuz zihnen az ya da çok hastayızdır, tam bir zihinsel sağlıktan yoksunuzdur. Sorunlardan ve bunların neden olduğu acıdan kaçmak için olağanüstü önlemlere başvurur, kolay bir çıkış yolu bulmak için iyi ve mantıklı yaklaşımlardan sapar, içinde yaşadığımız bir hayal dünyası kurar, bazen realiteyi tamamen dışlayabiliriz.
Burada kaçınılmak istenen meşru acının yerine çekilen şey sonuçta daha acı hâle gelir. Nevrozun kendisi (çekilmesi gereken meşru acının yerine gelen bozukluk) en büyük sorun hâline gelir.
Yazar, disiplinin ruhsal büyüme için temel bir gereklilik olduğunu savunur. Disiplin, kişinin hayatın kaçınılmaz zorluklarını kabul etme ve onlarla başa çıkma yeteneğidir. Burada dört temel disiplin aracından bahseder.
Hazzın ertelenmesi, sorumluluğun kabullenilmesi, kendini gerçeğe adamak ve dengeleme.
Ve bunlar uygulanması uzun eğitimler gerektiren araçlar değil aksine çok basit araçlardır ve tüm çocuklar on yaşına gelmeden bu araçları kullanmada ustalaşırlar.
Sorun bu araçların karmaşıklığında değil, onları kullanma iradesinin yokluğundan kaynaklanır. Çünkü bunlar acıdan kaçmak için değil, acıyla yüzleşmek için kullanılacak araçlardır. Bu araçları kullanma iradesi ise, sevgidir.
Hazzın ertelenmesi: Kısa vadeli tatminlerin ötesine geçerek, uzun vadeli başarılar için sabır geliştirmek.
Hazzı ertelenme, yaşamın acısını ve hazzını, önce acıyla yüzleşip onu aşarak hazzı arttıracak biçimde programlama sürecidir. Bu yaşamın tek uygun yoludur.
Burada ebeveynlerin rolü çok büyüktür. Çocuklarına disiplin erdemini aşılamak isteyen ebeveynlerin disiplini kendi hayatlarına uygulayabiliyor olmaları, rol model olmaları gerekmektedir. Fakat bundan da öte olan şey sevgidir. Çünkü kaotik ve düzensiz evlerde bazen gerçek sevgi bulunur ve buralardan disiplinli çocuklar çıkabilir.
Sevgi her şeydir. Bir şeyi sevdiğimizde o bizim için değerli olur ve böyle olunca onun tadını çıkarmak ve ona zaman ayırmak isteriz. Çocuklarımızı sevdiğimizde de onlarla ilgilenmek için zaman ayırırız. İyi disiplin zaman gerektirir. Çocuklarımıza ayıracak zamanımız olmadığında ya da bunu yapmak istemediğimizde onların bizim disiplinsel yardımımıza ihtiyaç duyduklarını gözlemleyemeyiz. Böylece çocuklarını seven ebeveynlerin verdiği disiplin, sevmeyenlerin verdiği disiplinden daima üstündür.
Çocukların hazzı erteleme kapasitesi geliştirebilmeleri için kendini disipline etmiş rol modellerine sahip olmaları, kendilerine değer vermeleri ve varoluşlarının güvende olduğunu hissetmeleri gerekir.
Sorumluluğun Kabulü:
Disiplinin ikinci aracı sorumluluğu kabul etmektir.
Yaşamın sorunlarını çözmenin tek yolu, onları çözmektir. Bir sorunu çözebilmek için önce onun sorumluluğunu kabul etmemiz gerekir. Davranışımızın sorumluluğunu kabullenmekte zorlanmamız, o davranışın sonuçlarının getireceği acıdan kaçınma arzusundan kaynaklanır.
Hastaların çoğundaki acizlik ve güçsüzlük duygusunun köklerinden biri özgürlüğün getireceği acıdan kısmen ya da tamamen kaçma arzusudur. Sorumluluk hep ya aileye ya patrona, ya da topluma yüklenir. Böylece kişi kurban rolündedir ve ‘çaresizdir’.
Kendini Gerçeğe Adamak:
Disiplinin üçüncü aracı kendini gerçeğe adamaktır. Eğer sağlıklı bir yaşama sahip olmak ve ruhen tekâmül etmek istiyorsak bu yöntemi sürekli olarak kullanmalıyız. Dünyanın gerçeğini ne kadar berrak bir biçimde görürsek dünya ile başa çıkma konusunda o kadar donanımlı oluruz. Ve tam tersi zihnimiz yalanlar, yanlış algılamalar ve illüzyonlarla ne kadar karışırsa doğru eylem yollarını belirlemekte ve akıllıca kararlar vermekte o kadar güçlük çekeriz.
Zihinsel ve ruhsal sağlık, kendinizi -ne pahasına olursa olsun- sürekli olarak gerçeğe adama sürecidir.
Dengeleme:
Dengeleme bize esneklik kazandıran disiplindir. Tüm faaliyet alanlarında başarılı yaşayabilmek için olağanüstü esneklik gerekir. Beynimizin daha yüksek merkezlerinin (muhakeme) daha aşağı merkezleri (duygu) dengelemesi ve yumuşatması gerekir. Karmaşık dünyamızda başarıyla işlev görebilmek için örneğin, öfkemizi ifade etme ve etmeme kapasitesine sahip olmamız gerekir. Ayrıca onu değişik biçimlerde ifade etme kapasitesine de sahip olmalıyız.
Az ya da çok, tüm insanlar esnek tepki yetersizliğinin acısını çekerler. Psikoterapi çalışmasının çoğu, hastalarımızın kendi tepki sistemlerini daha esnekleştirmelerine yardım etmekle ilgilidir.
Dengeleme disiplininin özü ise vazgeçmedir. Vazgeçmenin acısı ölüm acısıdır ama eskinin ölümü yeninin doğumudur. Bizim yeni ve daha iyi bir fikir geliştirebilmemiz için eskisinin ölmesi gerekir. Ancak bir şeyden vazgeçmek için önce ona sahip olmak gerekir.
Disiplin; sorun çözmenin getirdiği acıyla -o acıdan kaçınmak yerine- yapıcı biçimde başa çıkmanın tekniklerinden oluşan bir sistem olarak tanımlanmış ve bu tekniklerle tüm yaşam sorunlarının çözülebileceği belirtilmiştir.
Disiplin, bahsedilen bu dört teknikten- hazzı erteleme, sorumluluğu üstlenme, kendini gerçeğe adama ve dengeleme- oluşan bir sistemdir. Bu teknikleri kullanmak için gerekli güç, enerji ve gönüllülük sevgi tarafından sağlanır. Biyolojik geri bildirim, meditasyon, yoga ve psikoterapinin kendisinin de disiplin teknikleri olup olmaması sorusuna cevaben; bunlar temel teknikler değil yalnızca yardımcı tekniklerdir. Aslında onlar çok yararlı olabilirler ama elzem değildir. Burada sunulan temel teknikler eğer sürekli ve etkili biçimde uygulanırlarsa disiplin uygulayıcısının ya da spiritüel öğrencinin ruhsal olarak daha yüksek düzeylere tekâmül etmesini sağlama konusunda yeterlidirler.
SEVGİ
Sevgi, disiplinin yani insanın ruhsal tekâmülünün aracının uygulanabilmesi için gerekli güdüyü ve enerjiyi sağlayan şeydir.
Burada gerçek anlamda incelenemez olanı incelemeye ve bilinemez olanı bilmeye çalışıyor olacağız. Sevgi sözcüklerle ifade edilemeyecek, ölçülemeyecek ya da sınırlanamayacak kadar büyük ve derindir. Bu girişim değerlidir ama ne kadar değerli olursa olsun bazı bakımlardan kesinlikle yetersiz kalacaktır.
Sevgi insanın kendi benliğini -kendisinin ya da bir başkasının ruhsal tekamülünü desteklemek amacıyla- genişletme iradesidir.
Sevginin bu tek ve bölünmez tanımı başkalarına duyulan sevgiyle birlikte kendimize duyduğumuz sevgiyi de kapsar. Ben insanım, siz de insansınız, öyleyse benim insanları sevmem sizi olduğu kadar kendimi de sevmem anlamına gelir. Kendini insanın ruhsal gelişimine adamak kendini bir parçası olduğumuz insan ırkına adamak demektir ki bu, kendimizi hem ‘onlarınkine’ hem de kendi gelişimimize adamak anlamına gelir.
Gerçekten de kendimizi öz-disipline sahip olmadıkça çocuklarımıza da öz-disiplini öğretemeyeceğimiz gibi kendimizi sevmedikçe başkalarını da sevemeyiz.
Biz birini sevdiğimizde bu sevgiyi ancak çaba göstererek o kişi (ya da kendimiz için) fazladan bir adım atarak ya da fazladan bir mil yürüyerek gösterebiliriz. Sevgi çabasız bir şey değildir tam aksine sevgi, çaba göstermeyi gerektirir.
Son olarak da sevginin tanımında “irade” sözcüğünü kullanarak arzu ile eylem arasındaki ayrımı aşmak istediğimi açıklamak istiyorum. Arzu her zaman eyleme dönüştürülemez. İrade, eyleme dönüştürülecek kadar güçlü olan arzudur. İkisi arasındaki fark “bu akşam yüzmeye gitmek isterdim” ile “bu akşam yüzmeye gideceğim” cümleleri arasındaki farka eşittir.
Psikoterapiye gelen hastaların hemen hepsinin kafası sevginin doğası konusunda az ya da çok karışıktır. Bu, sevginin gizeminden dolayı onunla ilgili yanlış kavramların çokluğundan kaynaklanır.
Bu kitap, sevginin gizemini gözler önüne sermese de sadece hastaların değil deneyimlerinden anlam çıkarmaya çalışan herkesin acı çekmesine neden olan bu yanlış kavramlardan kurtulmasına yardımcı olacaktır.
Burada sevgi’nin doğasını araştırmaya sevginin ‘ne olmadığını’ inceleyerek başlamayı seçtim.
Aşık Olmak
Sevgi ile ilgili tüm yanlış kavramların en güçlüsü ve en yaygını ‘âşık olma’nın sevgi olduğu ya da en azından sevginin tezahürlerinden biri olduğu inancıdır.
Bir insanın âşık olduğunda karşısındaki kişiyi “sevdiğini” hisseder ama iki sorun hemen aşikâr olur. Birincisi âşık olma deneyimi özellikle cinselliğe bağlı bir erotik deneyimdir. Çocuklarımızı çok derin bir biçimde sevebilsek de onlara âşık olmayız. İkinci sorun âşık olma deneyiminin daima geçici olmasıdır. Kime âşık olursak olalım eğer ilişki yeterince uzun sürerse er ya da geç o aşk biter. Bu âşık olduğunuz kişiyi artık sevmediğimiz anlamına gelmez. Ancak âşık olmanın ayırt edici özelliği olan mest edici (kendinden geçiren) sevme hissinin daima geçtiği anlamına gelir.
Yeni doğmuş bir bebek yaşamının İlk birkaç ayında kendisiyle dış dünyayı birbirinden ayırt edemez. Onun için canlı veya cansız olan her şey aynıdır. Henüz ‘ben’ ile ‘sen’ arasında bir ayrım yoktur. O ve dünya bir’dir.
Ama zamanla çocuk kendini dünyanın geriye kalanından ayrı bir varlık olarak deneyimlemeye başlar. ‘Ben’ duygusu gelişmeye başlar. Bebek iradesinin dış dünyaya değil kendisine ait olduğunu fark ettiğinde kendisiyle dünya arasında başka ayrımlar yapmaya başlar. Böylece yaşamın ilk yılında bedensel ölçümüzü ve fiziksel sınırlarımızı tanırız. Bu sınırların zihnimizdeki bilgisi, benlik sınırlarını oluşturur.
Âşık olma fenomeni aslında, bir bireyin benlik sınırlarının bir kısmının aniden çökerek kişinin kendi kimliğini bir başkasının kimliği ile kaynaştırabilmesine izin vermesidir.
Bu bakımdan âşık olmak, çocukla geri dönüştür. Sevdiğimiz kişiyle bir’leşmek bebek kendimizi annemizle ‘bir’ hissettiğimiz o zamandan yansımalar taşır.
Ancak bir süre sonra, tıpkı realitenin iki yaşındaki çocuğun ‘her şeye kadirlik’ hayalini yıkması gibi, realite âşık olan çiftinin hayali bir’liğini de yıkar. Er ya da geç günlük yaşamının sorunlarına karşılık olarak birey kendini yeniden öne sürer, her iki kişi de şu korkunç gerçeği anlamaya başlar: Onlar sevdikleriyle bir değildirler, sevdikleri kişinin kendi arzuları, zevkleri, önyargıları ve farklı bir zamanlaması vardır ve olmaya devam edecektir. Birer birer, tedricen veya aniden benlik sınırları yeniden ortaya çıkar, tedricen ya da aniden aşk biter.
Âşık olmak iradî bir eylem ve bilinçli bir seçim değildir. Âşık olmaya ne kadar açık ve hevesli olursak olalım bu deneyimi yine de yaşayamayabiliriz, tam tersine bu deneyim onu kesinlikle aramazken uygunsuz ve arzu edilmez olduğunda başımıza gelebilir.
Âşık olmak, sevmek gibi insanın sınırlarının genişlemesi değildir; o bu sınırların kısmen ve geçici olarak çökmesidir. İnsanın sınırlarının genişlemesi çaba gerektirir; âşık olmak ise çabasızdır. Sevgi, gerçek çaba ve emek gerektirir ve insanın benliğini kalıcı bir biçimde genişleten bir deneyimdir.
Romantik Aşk Efsanesi
Bize evlilik kapanına kıstırabilmesi için, âşık olma deneyiminin, bu deneyimin sonsuza dek süreceği illüzyonunu da içeriyor olması gerekir. Bu illüzyon bizim kültürümüzde çoğu kişinin inandığı romantik aşk efsanesi tarafından beslenir. Bu efsane bize, dünyadaki her genç erkeğe karşılık, onun için yaratılmış bir genç kızın bulunduğunu ve her genç kıza karşılık, onun için yaratılmış bir genç erkeğin bulunduğunu söyler.
Kaderimize yazılmış olan insanla karşılaştığımız zaman onu hemen tanırız çünkü ona âşık oluruz. Biz kaderimizin bizim için seçtiği kişiyle karşılaşmışızdır ve bu eşleşme haliyle kusursuz olduğundan, birbirimizin tüm gereksinimlerini ebediyen karşılayabilir ve dolayısıyla sonsuza dek kusursuz bir birlik ve uyum içinde mutlu yaşayabiliriz. Ama olur da birbirimizin tüm gereksinimlerini karşılayamazsak korkunç bir hatanın yapılmış olduğu ortaya çıkar. Biz yıldızları yanlış yorumlamış, tek ve kusursuz işimize evlenmemişizdir. Aşk sandığımız şey gerçek aşk değildir ve bu durumda sonsuza dek mutsuz yaşamaktan ya da boşanmaktan başka yapacak bir şey yoktur.
Ben genelde büyük efsanelerin büyük evrensel gerçekleri temsil ettiklerini düşünürüm ama romantik aşk efsanesi korkunç bir yalandır. Belki bu, bizi evlilik kapanına kıstıran âşık olma deneyimine teşvik ederek ve geçerli kılarak insan türünün devamını sağladığı için gerekli bir yalandır. Ancak bu yalan milyonlarca insana, yaşamını bu efsanenin gerçek dışılığına umutsuzca ve boşuna uydurmaya çalışmasından büyük bir enerji harcatır.
Benlik Sınırları Üzerine
Gerçek sevgi deneyimi benlik sınırları ile ilgilidir çünkü o insanın sınırlarını genişletmesini içerir. İnsanın sınırları, onun benlik sınırlarıdır. Biz sevgi vasıtasıyla sınırlarımızı genişlettiğimizde bunu tekamülünü desteklemek istediğimiz sevgiliye doğru uzanarak yaparız.
İnsanın benliğini kaybedebilmesi için, önce onu bulması gerekir. Âşık olma cinsel ilişki, zihni ve ruh halini etkileyen belirli ilaçlar yoluyla benlik sınırlarından geçici kurtuluş bize Nirvana’yı bir an için gösterebilir ama Nirvana’nın kendisine ulaştırmaz. Nirvana ya da aydınlanma veya gerçek ruhsal tekâmül ancak gerçek sevgiyi sürekli olarak yaşamakla ve uygulamakla elde edilebilir.
Bağımlılık
Sevgi ile ilgili ikinciyi yaygın yanlış kavram, bağımlılığın sevgi olduğudur. Bağımlılığın etkisi eşi ya da sevgilisi tarafından reddedildiğinde, derin bir depresyona giren ya da intihar girişiminde bulunan bireylerde en çarpıcı biçimde görülür. Bu bozukluğa sahip insanlar, pasif bağımlı kişiler, sevilmeyi öylesine arzular ve ararlar ki başkalarını sevecek enerjileri kalmaz.
Bağımlılık sevgi gibi görünebilir ama aslında bağımlılık sevgi değildir. Vermekten daha çok almaya çalışır, olgunlaşmadan daha çok çocuk suluğu (yetişkinde çocukça davranışı) besler. Özgürleşmekten daha çok kapana kıstırmaya ve kısıtlamaya çalışır. En sonunda ilişkileri ve insanları geliştirmekten daha çok, yok eder.
Sevgisiz Kateksis
Bağımlılığın veçhelerinden biri de onun ruhsal tekamülle ilgilenmemesidir. Bağımlı insanlar sadece kendi doyumlarıyla ilgilenirler; onlar doyum bulmayı arzu eder, mutlu olmayı arzu eder; tekâmül etmeyi arzu etmez, tekâmül sürecinin içerdiği mutsuzluk, yalnızlık ve acıya katlanmak istemezler.
Sevgi, ruhsal tekâmülü göz önüne almaksızın birine doyum vermek veya birine libidinal enerjiyle odaklanmak(kateksis) değildir.
Sevmek sadece vermek değildir o ‘akıllıca’ vermek ya da vermemektir. O akıllıca övmek veya eleştirmektir. O sadece teselli edip rahatlatmak değil, akıllıca tartışmak, mücadele etmek, yüzleştirmek, zorlamak, teşvik etmek ve hedefe doğru itmektir. O, yol göstermektedir. ‘Akıllıca’ sözcüğü ‘muhakeme ederek’ demektir ve muhakeme içgüdüden daha fazlasını gerektirir.
Kendini Feda Etmek
Bir başkası için her ne yaparsak, onu sahip olduğumuz bir ihtiyacı karşılamak için yaparız. Sevginin benliğinin değişimini içerdiği doğrudur ama bu benliğin feda edilmesinden daha çok, benliğin genişletilmesidir, hatta o daha da fazlasını yapar. Benliği azaltmaktan daha çok büyütür, benliği tüketmekten daha çok doldurur. Gerçek sevginin amacı daima ruhsal tekâmüldür.
Sevgi Bir His Değildir
Sevgi bir eylem, bir faaliyettir. Bir şeye libidinal enerji ile odaklandığımızda “sevgi objesi” denen o şeye, o sanki bizim bir parçamızmış gibi kendi enerjimizi aktarırız ve obje ile aramızdaki ilişkiye kateksis denir. Enerjimizi bir sevgi objesinden geri çekmemiz, böylece onun bizim için önemini kaybetmesi ise libidinal enerjinin dağılması, dekateksis olarak bilinir. Sevginin bir his olduğu yanlış kavramı libidinal enerji ile odaklanmayı, sevgiyle karıştırdığımızdan dolayı mevcuttur.
Çiftler arasındaki aşk er ya da geç biter ve işte o zaman, yani çiftleşme içgüdüsü doğal gelişimini tamamladığında, gerçek sevgi fırsatı ortaya çıkar. Eşler artık her an beraber olmayı arzu etmediklerinde, bazen başka bir yerde olmayı tercih eder hale geldiklerinde sevgileri en büyük sınavı verir ve sonuçta aralarında gerçek sevginin olup olmadığı ortaya çıkar.
Yani gerçek sevgi, kateksis olgusunu her zaman aşar. Sevgi, kateksisin ya da bir sevgi hissinin var olup olmamasına bağlı olmaksızın ‘vardır.’
Gerçek sevgi duygusal olmaktan çok iradeseldir. Gerçekten seven kişi sevmeye ‘karar vermiş’ olduğu için sever. Sevgi hissi olsa da olmasa da bu kişi kendini sevmeye adamıştır.
Dikkat İşi
Şimdiye dek sevginin ne olmadığını inceledik, şimdi de sevginin ne olduğunu inceleyelim. Biz kendimizi genişletmemize ya da tembelliğin ataletine karşı hareket etmemize çalışma deriz. Korkuya rağmen harekete geçirmeye de cesaret deriz. Öyleyse sevgi bir çalışma biçimi ya da bir cesaret biçimidir.
Sevgi çalışmasının büründüğü esas form, dikkattir. Birini sevdiğimizde ona dikkatimizi verir, o insanın tekâmülüyle ilgileniriz. Kendimizi sevdiğimizde de kendi tekâmülümüzle ilgileniriz. Dikkat bir irade eylemidir, kendi zihnimizin ataletine karşı yapılan bir çalışmadır.
Bağımsızlık Riski
Sevdiğim ya da adanmış olduğum şey uğruna bağımsız bir şekilde hareket edebiliyor muyum? Bütün yollar kapandığında, ben konfor alanımda mı kalmayı mı seçiyorum, yoksa yeni atılımlar yapacak cesareti kendimde bulabiliyor muyum?
İnsan ancak tamamıyla kendisi olmanın bilinmezliğine, psikolojik bağımsızlığına ve özgün bireyselliğine atladığında, ruhsal tekâmülün daha yüksek yollarında ilerlemekte ve sevgiyi en büyük boyutlarda tezahür ettirmekte özgür olur.
Açıkça sevginin henüz tartışılmamış ve anlaşılması çok zor boyutları vardır. Bu veçhelerle ilgili soruların sosyoloji-biyoloji tarafından yanıtlanabileceğini sanmıyorum. Benlik sınırları hakkındaki bilgisi ile sıradan psikolojinin biraz yardımı olabilir. Böyle şeyler hakkında en çok bilgiye sahip olan insanlar, dindar (mistik) insanlardır. Eğer bu konularla ilgili biraz olsun içgörü edinmek istiyorsak böyle insanlara ve din konusuna dönmemiz gerekir.
TEKÂMÜL VE DİN
Dünya Görüşleri ve Din
Her insan, bir anlayışa yani ne kadar sınırlı ilkel ya da yanlış olursa olsun, bir dünya görüşüne sahip olduğundan herkesin bir dini vardır. Bu olgu geniş çapta kabul edilmese de son derece önemlidir. Herkesin bir dini vardır.
Ben dini çok dar biçimde tanımlamanın sıkıntısını çektiğimize inanıyorum. Biz dinin Tanrı’ya inanmayı ve ritüelimsi uygulamaları ve ibadet eden bir gruba mensup olmayı içermesi gerektiğini düşünmeye eğilimliyiz. Fakat din bunlarla sınırlı olamaz.
Diğer psikoterapistleri denetlerken genelde onların hastalarının dünya görüşlerini pek dikkate almadıklarını görüyorum. Onlar, eğer hastaların Tanrı’ya inanmadıkları ya da kiliseye gitmedikleri için kendilerini dindar olarak görmüyor, dinsiz olarak görüyorlarsa bu meselenin daha fazla incelenmesine gerek olmadığı görüşüdür. Ama gerçek şu ki herkesin dünyanın aslî doğası hakkında açık ya da saklı fikirleri ve inançları vardır. Terapistlerin bu bilgiye erişmeleri gereklidir, çünkü hastaların dünya görüşleri daima onların sorunlarının temel bir parçasıdır ve iyileşebilmeleri için bu görüşlerin düzeltilmesi gerekir.
Bilim Dini
Ruhsal tekâmül, mikrokozmosdan çok daha büyük bir makrokozmosa yaptığımız bir yolculuktur. Bu yolculuk ilk aşamalarında bir inanç yolculuğu değil, bir bilgi yolculuğudur.
Önceki deneyimimizin mikrokozmosundan kaçabilmek ve kendinizi aktarımlardan kurtarabilmek için ‘öğrenmemiz’ gereklidir. Biz, yeni bilgiyi tam anlamıyla özümseyerek bilgi alemimizi ve görüş alanımızı sürekli olarak genişletmeliyiz.
Kutsallığa giden yol her şeyi sorgulamaktan geçer. Sorunlarımızdan biri çok azımızın kendine özgü bir kişisel yaşam geliştirmiş olmasıdır. Bizimle ilgili her şey, duygularımız bile ikinci elden gibi görünür.
Bilimin bir din olarak diğer bir takım dünya görüşlerine kıyasla bir gelişimi, tekâmülsel bir adımı temsil ettiğini düşündüren biri de bilimin uluslararası karakteridir. Burada dünya çapındaki bilimsel topluluklardan söz ediyoruz ve o gerçek bir toplum olmaya -gerçek bir uluslararası birlik oluşturmaya çok yakın olan Katolik kilisesinden- çok daha fazla yaklaşmaya başlamaktadır. Yani bilimciler bir dereceye kadar gelişmektedir. Ancak çoğu bilimsel kafalı insanın, ruhsal tekâmül yolculuğuna daha yeni başladığına da inanıyorum. Özellikle çoğu bilimcinin Tanrı gerçeğinin, bakış açısının, babalarının inançlarını körü körüne takip eden basit köylülerinki kadar dar olduğuna inanıyorum. Bilimciler, Tanrı gerçeğiyle başa çıkmakta zorlanıyorlar.
Kurtulmamız gereken şey Tanrı inancı mıdır yoksa dogmatizm mi? Bilimcilerin ‘bebeği banyo suyu ile birlikte atmaya’ yatkın olmalarının başka bir nedeni, bilimin de aslında bir din olmasıdır. Bu topluluğa yeni girmiş, bilimsel dünya görüşünün yeni benimsemiş olan bir bilimci, tıpkı Haçlı seferlerine çıkmış bir Hristiyan ya da Allah’ın mücahiti gibi fanatik olabilir.
Bu tutumdan dolayı birçok bilimci duyularla algılanamayan soyut ya da öyle görünen şeyleri ciddi olarak dikkate almaz. Buna elbette Tanrı konusu da dahildir.
Bir bilimcinin olgunluk işareti, onun bilimin de herhangi bir din kadar dogmatik olabileceğinin bilincinde olmasıdır.
İNAYET
İnayet üzerine söyleyebileceğimiz en önemli şey, çoğu insanda, en kötü koşullarda bile onların zihinsel sağlığını koruyan ve destekleyen -nasıl işlediğini tam olarak anlamadığınız- bir kuvvetin bulunduğudur.
Dr. Scott Peck aslında kitabın tamamında diyor ki bizlerin tekâmül edebilmemiz için belli bir iç disipline sahip olmamız gerekir. Bu iç disiplin de ancak çocukluğumuzdan itibaren gördüğümüz sevgi sayesinde olabilir.
Fakat şöyle bir paradoks vardır, bazı çocuklar tüm maddi manevi ihtiyaçları karşılanmasına rağmen tekâmül iradesini ortaya koyamazken, dünyanın en ücra köşelerinde büyüyüp bazı şeylerden mahrum kalmış, aile desteğini hiç görmemiş çocuklar, ciddi bir odakları olmamalarına rağmen belki bir noktadan itibaren tekâmül edebiliyorlar. Bunun sebebi nedir?
İşte inayet tam da burada devreye giriyor. Örneğin biz şu anda modern tıp sayesinde fiziksel veya zihinsel hastalıkların nedenini anlayabiliyoruz fakat bazı insanların birebir aynı koşullara maruz kalmalarına rağmen neden hastalanmadıklarını anlayamıyoruz.
Ya da bazı insanların başına sürekli olur olmadık yerlerde kazalar gelirken bazıları çok ilginç ve mucizevi bir şekilde korunurlar.
Yazar burada kazalara ve hastalıklara karşı çalışan bir direnç mekanizmasından bahseder. Ve bu mekanizma hayal edebileceğimizin ötesinde bir mükemmellikte çalışır.
Bu mekanizma farklı şekillerde adlandırılabilir; kimimiz buna şans der kimimiz kader, kimimiz meleklerin koruması der veya bazılarımız ise olanları hiç sorgulamadan hayatına devam eder.
Dr. Scott Peck’e göre bu inayet, sevgiyle işleyen direnç mekanizmasının adıdır. İnayet bizi zorluklar karşısında güçlendirir, tehlikelerden korur, besler ve tekâmül yolumuzu kolaylaştırır.
Aslında bu her an ve herkes için rutin bir şekilde olmaya devam eder. İnsan bilincinden etkileniyormuş gibi görünse de kökenini bilinç ötesinden alır.
Yazar, inayet kavramını entropi yasasıyla da açıklar. Bu yasaya göre evren her an yavaşlayarak daha düzenli hale gelmektedir. Tekâmül eden bizler ise tersine, yani başlangıç noktasına doğru gideriz. Çünkü yaratıcı bizim özümüze doğru yaklaşarak kendisine yakınlaşmamızı hatta kendisi olmamızı ister.
Bizi bunu yapmaktan ve inayeti görüp onun farkına varmaktan alıkoyan temel şey ise tembellik ve disiplinsizliktir. Tekâmül yolu emek ister ve biz bu çağrıya kulak vermemeyi tercih ederiz.
Aynı zamanda Tanrı’ya yaklaşmak müthiş bir çalışma ve sorumluluk aynı zamanda güç gerektirir ve insan güce sahip olduğunda onu nasıl ve nereye kullanacağını bilememenin, onu idare edememenin korkusundan kaçar.
Peki tekâmül yolunu seçmenizi mümkün kılacak olan şey ne?
Tekrar hatırlayacak olursak bizi ataletten kurtaracak olan şey sevgiydi. Sevgi kişinin kendisinin veya karşısındakinin tekâmülünü gözeterek, cesaret ve çabayla harekete geçme iradesiydi. Biz sevgiyle kendi benlik sınırlarımızı genişleterek büyür, bunu da kendimizi sevdiğimiz için yaparız. Bunu bir başkasının tekâmül sürecine, onu severek ve onun için çaba harcayacak katkı sağlama yoluyla da yapabiliriz. Sevgi, entropi yasasını yenebilecek olan tek kuvvettir.
Bizler inayetten faydalanmak için ne yapmalıyız?
İnayete kalbimizi açmak ve ona lâyık olduğumuzu hatırlamakla başlayabiliriz. Her gün tekrar tekrar ortaya koyacağımız disiplinle daha sevecen bireyler haline gelebiliriz. Ancak şurası önemli; bizler ancak gerekli çabayı harcadıktan ve bunun karşılığını beklemeyi bıraktıktan sonra karşılığını bulabiliriz. Tekâmül yolu beklentisiz çabayı ve arınmayı gerektirir.
Sonuç olarak, Az Seçilen Yol bizlere, hayatın zorluklarını kabul etmenin ve kişisel gelişim için bilinçli bir şekilde disiplin, sevgi ve sorumlulukla ilerlemenin gerekliliğini vurgulayan, derin bir içsel yolculuğu sunar.
Bu eser, sadece bir kişisel gelişim kitabı değil, aynı zamanda ruhsal olgunlaşmanın ve bilinçli bir yaşam sürmenin de ötesini vadeder. Peck’in iç görüleri, bizlerin kendini ve çevresini daha derin bir anlayışla değerlendirmesini sağlar.
İlham olması dileğiyle…
KAYNAK:
Peck, M. Scott. The Road Less Traveled: A New Psychology of Love, Traditional Values, and Spiritual Growth. Simon & Schuster, 1978.
Doğu ve batı felsefelerini ve kültürlerini incelediğimiz felsefe seminerlerimize katılmak isterseniz de buraya tıklayarak ücretsiz kayıt yaptırabilirsiniz. Bu arada seminer konularımızı incelemek için Felsefe Seminerleri sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.