Küçük Prens adlı kitabı birçoğumuz biliriz. Yayınevlerinin çocuk bölümünden çıkar, kırtasiyelerin çocuk raflarında yerini alır. Ama aslında içini açıp baktığımızda bu kitap, çocuklara değil biz büyüklere hitap eder.
6 yaşında bir çocuğun bir resim çizmesiyle başlar kitap. O, boa yılanının içinde bir fil çizdiğini söylerken büyükler resmi bir şapkaya benzetirler. Çocuk açıkladığında anlarlar onun boa yılanının içindeki bir fil olduğunu. Çünkü “büyüklere bir şeyi açıklamazsanız olmaz.”
Biz büyükler, her şeyin bir mantık çerçevesinde olması gerektiğine o kadar inanmışızdır ki küçük çocuklar anlaşılmaz gelir bize. Ama gerçekte öğrenebileceğimiz ne çok şey vardır onlardan. Biz bize okullarda ezberletilenlerle düşünmeyi, hayal kurmayı, sorgulamayı bırakıp bambaşka konulara dalmış gideriz. Çocuklara da ‘bu şeyleri’, ‘boş hayaller kurmalarını’, ‘sorularını’ bırakıp mantık, fizik, kimya, coğrafya ve matematikle ilgilenmelerini öğütleriz. Böylece ilerde belki büyük bir ressam, müzisyen, heykeltıraş ya da filozof olabilecek çocuklarımız hayatından memnun olmayıp sadece para kazanmak için çalışan birer makineye dönüşüverirler.
Kitapta büyüklerin hiçbir şeyi tek başlarına anlayamadığını, onlara açıklamalar yapmanın da çocuklar için sıkıcı olduğunu söyler resmi anlaşılmayan çocuk. Ve büyüklerin sayılara bayıldıklarını da anlatır. Doğru gerçekten… Bir kişi ile tanıştığımızda özellikle bu bir çocuksa ilk soracağımız sorulardan biridir kaç yaşında olduğu. Ve bir diğer sorumuz da kaçıncı sınıfa gittiği… Onun ne sevdiği, nelerden hoşlanmadığı umrumuzda bile değildir. Sonra da onu tanıdığımızı sanırız. Deseniz ki der kitapta “kırmızı kiremitli bir ev gördüm, penceresinde saksılar çatısında kumrular vardı bir türlü gözlerinin önüne getiremezler bu evi. Ama yüz bin liralık bir ev gördüm deyin bakın nasıl ‘Aman bu ne güzel ev’ diye haykıracaklardır. Ah biz büyükler… Nicelikten çok niteliğin önemli olduğunu ne de çabuk unuttuk.
Daha sonra boa yılanının içindeki fili çizen çocuk büyür ve tam da büyüklerinin öğütlediği gibi resmi bırakıp coğrafyayla ilgilenir ve bir pilot olur. Artık o da büyükler gibidir. Politika der, golf der, kravat der. Artık büyükler onunla tanıştıklarında böylesine ‘aklı başında’ biri olduğu için sevinç duyarlar.
Ve bir gün uçağı kaza yapar ressamlığı bırakıp büyüyüp pilot olmuş çocuğun. Düştüğü yerde biriyle karşılaşır. Küçük Prens der sonradan ona. Bambaşka bir gezegenden gelmiş bu küçük çocuk bizim pilota sorular sorar. Ama pilot büyümüştür sonuçta. O yüzden Küçük Prens’in soruları istekleri yorucudur onun için. Halbuki o da çocukken böyleydi, kendisini anlayamayan büyüklere boa yılanının içindeki fili göstermeye çalışan hayalleri ve bolca soruları olan küçük bir çocuktu.
Daha sonra Küçük Prens, çeşitli gezegenleri tanımak için yaptığı gezileri anlatmaya başlar. Gittiği ilk gezegende bir kralla karşılaşır. Kral Küçük Prens’i görünce çok sevinir. Çünkü yönetilecek bir uyruk bulmuştur kendine. Küçük Prens şaşırır buna. Ama “bilmiyordu ki krallar için dünya çok basittir, onların gözünde herkes uyruktur.”
Kralın gezegeninden yeni bir gezegene gitmek ister Küçük Prens. Ama kral onu göndermek istemez. Kal seni adalet bakanı yapayım der. Gezegende kraldan başka kimse yoktur halbuki. Küçük Prens kimi yargılayacağını sorar. “Kendini yargılarsın, en gücü de budur zaten. Kendini yargılamak başkalarını yargılamaktan çok daha güçtür. Kendini yargılamayı başarabilirsen gerçek bir bilgesin demektir.” der kral.
Gerçekten de başkalarını yargılamak, eleştirmek ne de kolaydır bizim için. Ama aslında bir kişiye ne kusur atfediyorsak kendimizdeki o kusur dillendiriyoruzdur bunu bilmeyiz. Ah sadece kendimizi yargılayabilsek… O zaman dünya gerçek bilgelerle dolu ne güzel bir yer olurdu…
İkinci gezegende kendini beğenmiş biriyle karşılaşır Küçük Prens. Tek derdi övülmektir. Karşıdaki kişinin hislerinin gerçek olup olmadığı, kendisini övgüye değer olup olmadığı önemsizdir. Çünkü kendini fazlasıyla beğenir ve içten olsun olmasın tüm övgü sözleriyle mutlu olur.
Pohpohlandığımızda ne de mutlu oluruz değil mi? Gerçekten söylenilen kadar iyi miyiz acaba?
Üçüncü gezegende Küçük Prens’in karşılaştığı kişi bir sarhoş olur. Utancını unutmak için sürekli içer sarhoş. Utandığı şey ise sürekli içmesidir. Bu büyükler ne de garipler diye düşünür Küçük Prens. Hem yaparlar hem de yaptıklarından utanırlar. Utançlarını da unutmak isterler. Utanacak bir şey yapmasak veya yapıyorsak bile bunu telafi etmeye çalışsak ne de iyi olacak halbuki. Ah biz büyükler…
Dördüncü gezegenin sahibi ise bir işadamıdır. Kendisine ait olmayan yıldızları kendisinin sanıp sürekli onları sayar, yıldızlar sayesinde kendini zengin sanır ve bu zenginlikle yeni yıldızlar alabileceğini söyler durur. Büyüklerin ne de olağanüstü olduğunu düşünür Küçük Prens.
Biz büyükler bir yanılsamanın sonucu olan maddeyi sahiplenir, mallarımız için paramız için çeşitli savaşlar verip dururuz. Ama onların gerçek değerler olmadığını unuturuz. Gerçek değerlerin yalnızca içimizde olan iyilikler, erdemler olduğunu bilmeyiz. Paralarımızı sayar, dünyanın en önemli işlerini yaptığımızı sanırız. Ah biz büyükler…
Beşinci gezegende bir sokak feneri ve bekçisini görür Küçük Prens. Bu bekçi yönetmeliklere sıkı sıkıya bağlı çalışır ama işinden memnun değildir. Biz büyükler gibi. İşlerimizden birçoğumuz memnun değilizdir ama çalışmak zorundayızdır. Çünkü memnun olacağımız işleri; resmi, müziği, psikolojiyi, felsefeyi, sorularımızı, meraklarımızı küçükken elimizden aldılar büyükler. Bize büyüyüp makineleri kullanmayı öğrettiler. Böylece daha akıllı daha işe yarar insanlar olduğumuza inandılar ve bizleri de inandırdılar.
Altıncı gezegende coğrafyacıyla karşılaşır kahramanımız. Bu coğrafyacı masa başında oturup kaşiflerin keşiflerini kitaba aktaran biridir. Yalnızca önemli ve kalıcı şeyleri kaydeder defterine. Küçük Prens’in önemli gördüğü gülü kaydetmez mesela. Halbuki sevdiğimiz değer verdiğimiz güzellikler ne de anlatılmaya, aktarılmaya değerdir. Ama büyükler daha çok maddi olanla, dağlarla denizlerle ilgilenir. Gülün, ağacın, hayvanın ve hatta belki de insanların varlığı pek de önemli değildir defterlere göre. Ah biz büyükler…
Yedinci gezegeni ise Dünya olur Küçük Prens’in. “Dünya başka gezegenlere benzemez. Orada yüz on bir kral, yedi bin coğrafyacı, dokuz yüz bin işadamı, yedi buçuk milyon sarhoş, üç yüz bir milyon kendini beğenmiş yani aşağı yukarı iki milyar büyük yaşamaktadır.”
Afrikada bir Çöle düşer Küçük Prens. Burada hayvanlarla, bitkilerle karşılaşır. Ama insanları göremez. Onları ararken bir tilki ile karşılaşır. Tilki kendisini evcilleştirirse onunla dost olabileceğini söyler. İnsanlarla dost olamazsın der tilki. “İnsanların tanımaya ayıracak zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkanlardan. Ama dost satan dükkanlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar.”
Ah ne de doğru demiş tilki. Vaktimiz o kadar az ki… İnsanları tanımak için çaba harcamıyoruz. Zaten tanımayı da sayısal değerleri öğrenmek sanıyoruz.
Tilki evcilleşir ve birbirlerine bağlanırlar Küçük Prensle. Ama günlerden bir gün Küçük Prens’in ayrılık vakti gelir. Tilki ona şunu söyler:
“Vereceğim sır çok basit: İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.”
Sayısal değerlerden anlıyoruz ya biz sadece. Şöyle diyelim o zaman; Yüz beş sayfalık minik bir çocuk kitabı Küçük Prens. Ama tilkinin verdiği sır yüzlerce, binlerce sayfanın anlatamayacağı bir şey belki de… Gözümüzle değil gönlümüzle baksak ne de çok şeyi göreceğiz değil mi?
İçimizdeki çocuğun yüreğiyle gerçeği görebilmek dileğiyle…
KAYNAKÇA:
- Antoine de Saint-Exupery. (2024). Küçük Prens. (Çev. Cemal Süreya-Tomris Uyar). İstanbul: Can Yayınları
Doğu ve batı felsefelerini ve kültürlerini incelediğimiz felsefe seminerlerimize katılmak isterseniz de buraya tıklayarak ücretsiz kayıt yaptırabilirsiniz. Bu arada seminer konularımızı incelemek için Felsefe Seminerleri sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.