Epikür gibi birinin Tanrının varlığını kabul etmesi ve onlarla ilgili bir kuram geliştirmesi şaşırtıcıdır.

Çünkü böyle bir evrende tanrılara yer bulmak kolay olmadığı gibi gerekli de değildir.  Kolay değildir çünkü, tanrılar olsa da ancak diğer varlıklar gibi atom bileşenlerinden meydana gelen cisimler olabilirler. Gerekli değildir çünkü, tamamen mekanik yasalara göre çalışan bir evrende tanrılara ve onların müdahelelerine ihtiyaç yoktur.

Epikür Tanrılara ilişkin fikrimizin kaynağını bizzat insan zihninde bulmaktadır.

“Tanrılara inanç otorite, gelenek veya yasa tarafından tesis edilme­miştir. O insanlığın ortak ve değişmez görüş birliğine dayanır. Bun­dan dolayı tanrıların varlığı zorunlu bir çıkarsamadır, çünkü biz iç­güdüsel, hatta doğuştan onlarla ilgili bir kavrama sahibiz. Bütün insanların doğaları gereği paylaştıkları bir görüş ise doğru olmak zorundadır. Bundan dolayı tanrıların var olduğu zorunlu olarak kabul edilmelidir” (Cicero, Tanrıların Doğası Üzerine).

Tanrılar mutlu ve ölümsüz varlıklardır. Ölümsüz ve mutlu bir varlık ne kaygılara sahip ola­bilir ne de başkalarında kaygılara yol açacak şeyler yapabilir. Böyle bir varlık ne öfke ne de minnettarlık duyabilir.

Tanrılar insan bîçimindedirler. En mükemmel bir doğaya sahip olan bir varlığın, en güzel bir bi­çime sahip olması gerekir. Dünyada insan biçiminden daha güzel bir görünüş olmadığına göre tanrıların insan biçiminde olmaları da zo­runludur.

 Tanrılar yarı cisimsel şeylerdir. Epikuros fiziğinin ilkelerine göre tanrıların, ruhlar gibi, atomlardan meydana gelen cisimler olmaları gerektiği çok açıktır. An­cak atomlardan meydana gelen bütün cisimler oluş ve yokoluşa tabi­dirler.Bu güçlükten kurtulmak isteyen Epikuros’un ölümsüzlük nite­liklerini koruyabilmek için tanrıları cisimler olarak kabul etmediğini görmekteyiz. Buna göre tanrılar insan görünüşüne sahip olmakla birlikte, gerçek anlamda, alışılagelen anlamda cisimler değildirler; yarı cisim veya cisme benzeyen şeylerdir. Cicero’nun verdiği bilgiye göre Epikuros tanrıların ruhun atomlarından da ince olan, dolayısıyla normal bir cismi meydana getirebilecek yoğunlukta olmayan bazı atomlardan çıkan imgelerin meydana getirdiği formlar olduğunu ileri sürmüştür. Bu çok ince atomlar, uzaya sürekli olarak imgeler göndermekte ve bu imgeler uzayda belli noktalarda, tanrıların yeri olan noktalarda birbirleriyle birleşerek bazı sürekli veya devamlı­lığı olan formlara yol açmaktadırlar. Zihnimiz bu formlar üzerinde yo­ğunlaştığında, tanrısal doğayı mutlu ve ebedi bir varlık veya varlıklar olarak tasavvur etmektedir .

* Onun, tanrıların doğası ve onlarla evren ve insan arasındaki ilişkilerin ne şekilde tasarlanması gerektiği konusundaki öğretisi daha değerli bazı unsurlara sahiptir.

Kendi dünya­larında mutlu bir hayat süren varlıklar olarak dünya ve insanlarla il­gilenmelerinin mümkün olmadığı, dolayısıyla insanların sahip olduk­ları iki büyük korkudan biri olan tanrılar tarafından cezalandırılma korkusunun hiçbir temeli olmadığı tezine dayanmaktadır.

Herodotos’a yazmış olduğu mektupta bu tezle ilgili olarak şu görüşü ileri sürer: Tanrılar herkes tarafından bilindiği veya kabul edildiği üze­re ölümsüz, mutlu varlıklardır. Böyle varlıkların insanların sahip ol­dukları görülen sıkıntı, kaygı, öfke veya hayırseverlik gibi duygulara sahip olmaları mümkün değildir. Çünkü bunlar sonuçta zayıflık, kor­ku, endişe ve başkasına bağımlılık içeren şeylerdir. O halde dünya ve­ya insanlarla ilgili bir endişeye sahip olmaları, korkmaları veya öfke­lenmeleri, insanlardan intikam alma, onları cezalandırma ve onlara iyilik yapma yönünde bir arzu veya ihtiyaç duymaları tanrıların doğa­sına uymaz, onunla uzlaştırılamaz. (Epikuros, Herodotos’a Mektup)

“İlk olarak insanların ortak duygusunun işaret ettiği bir tanrı kav­ramına uygun olarak Tanrı’nın ölümsüz ve mutlu bir canlı varlık olduğuna inan ve böylece onun ölümsüzlüğüne yabancı olan veya mutluluğuna ters düşen herhangi bir şeyi ona mal etme…. çünkü gerçekten tanrılar vardır ve onların bilgisi apaçıktır. Ancak onlar çoğunluğun inandıkları gibi değildir. .. Dinsiz olan çoğunluğun tap­tığı tanrıları inkar eden değildir, asıl dinsiz, çoğunluğun tanrılarla ilgili olarak inandıkları şeyleri tasdik edendir” (Epikuros, Menoikeus’a Mektup).

  Epikuros’un tanrılar hakkındaki bu görüşü, genel ola­rak geleneksel Yunan çok tanrıcılığıyla uyuşmamaktadır: Çünkü Homeros’un gerek İlyada’sında, gerekse Odysseai’sında tanrılar sürekli olarak aşağıda, insanların dünyasında olup bi­ten şeylerle ilgilenen varlıklar olarak takdim edilirler. yakından ilgilenirler, hatta belli ölçüde onla­rın nedenleri olarak kabul edilirler. Gerçi Yunan geleneksel çok tanrı­cılığında tanrılar her şeye egemen değildir ama onların güçlerinin sınır­ları da belirsizdir. Herhangi bir tanrı işe karışmaksızın hiçbir yaprak kımıldamaz, hiçbir ışık parlamaz ve doğal olarak hiçbir gök gürültüsü veya şimşek ortaya çıkamazdı. Tanrılar öfkelendiklerinde denizlerde fırtınalar çıkarırlar, insanların başına salgın hastalıkları musallat eder­ler vb.. Bu yüzden işlerinin iyi gitmesi için insanların tanrıların öfkele­rini üzerlerine çekmemeleri veya eğer bir nedenle çekmişlerse öfkeleri­ni yatıştırmak için onlara hediyeler vermeleri, kurbanlar kesmeleri vb. gerekmekteydi.

Epikuros için tanrılar nesnel bir gerçeğe işaret eden varlıklar olmaktan ziyade, mükemmelliklerinden ötürü ahlâk ideallerimiz için bir model ödevi görmeleri mümkün olan varlıklardır. Başka bir deyişle Epikuros, geleneksel Yunan çok tanrıcılığının kabul ettiği tanrıları bizim dışımızda nesnel bir varlığı olan gerçeklikler olarak almaktan çok ölümsüz, öncesiz ve sonrasız, sonsuz mutluluklarından dolayı herhangi bir arzu ve kaygıları olması imkânsız, kendi kendilerine yeterli olma özellikleriyle kendilerini taklit etmemiz mümkün olan doğru ahlâkî davranış modelleri olarak kabul etmektedir. Gerçekten de, Epikuros’un felsefî sisteminde tanrılar, ezelî ve ebedî yasalar tarafından tümüyle mekanik ve zorunlu bir tarzda cereyan eden, doğal ve insani olaylar dünyasına herhangi bir şekilde müdaheleleri mümkün olmayan, ayrıca sahip oldukları mükemmellik, mutluluk ve kendi kendilerine yeterliliklerinden dolayı böyle bir şeye ihtiyaçları da olmayan, hatta böyle bir müdahalenin doğalarına uygun düşmediği varlıklardır. Böylece onlar, kendilerine karşı göstermeleri mümkün öfke veya intikam duygularıyla insanların gereksiz korkularının kaynakları olmadıkları gibi insanların doğalarına uygun olarak yaşayabilecekleri uyumlu bir hayatın akışını bozabilecek bir biçimde onların boş beklenti ve umutlarının besleyicisi de değildirler. Bunun sonucunda tanrılarla ilgili boş korkularından ve temelsiz umutlarından sıyrılarak kendi başına kalan insan, sağlıklı bir ruh durumuna erişme, kendi imkân ve ilgileri, kendi yeti ve bilgileriyle kendi hayatını kendi doğasına uygun bir şekilde akıllıca ve bilgece düzenleme imkânına sahip olacaktır. Öte yandan Epikuros tarafından tasvir edildiği biçimde tanrıların hayatı, insanlara bu çabalarında yardımcı olabilecek bir özelliğe sahiptir; kendi dünyalarında ve kendi aralarında düşünülmesi mümkün olan en büyük ve sonsuz bir mutluluk içinde yaşayan tanrılar, insanları kendi hayatlarını taklit etmeye özendirici bir rol de oynayabilirler. Sonuç olarak, Epikuros’un kendi çağındaki geleneksel Yunan çok tanrıcılığına ve onun pratik uygulamalarına karşı gösterdiği hoşgörülü tutumunu, konformist veya eyyamcı bir insan olmasından çok, böylece söz konusu tanrıları ahlâkî bakımdan taklit edilmeleri uygun olan bir hayat idealinin temsilcileri biçiminde görmesiyle açıklamanın belki daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.

Bunun doğru olabileceğini gösteren bir başka unsur Epikuros’un doğa felsefesiyle ahlâk felsefesi arasında varlığına işaret edeceğimiz benzeri bir çelişki veya tutarsızlıktır. Epikuros’un ahlâk felsefesine ayıracağımız bölümde, doğa felsefesinde ortaya attığı ilkelerle uyuşmazlığını kendisinin de görerek, kabul ettiği özgürlük konusundaki düşüncelerini ele alacağız.

Epikuros, bir yandan evrende meydana gelen her şeyin mekanik bir nedenselliğin sonucu olarak zorunlu bir biçimde ortaya çıktığını savunurken; diğer yandan insanda bu zorunluluğun dışında yer alan özgür bir iradenin varlığını savunmaktadır. Bu konudaki öğretisini oluştururken de ilginç bir biçimde ‘eylemlerin zorunlu bir biçimde meydana geldiklerini kabul etmektense, eski hikayelere inanmanın daha doğru olacağını’ söylemektedir. Onun bu eski hikâyelerden kastettiği hiç şüphesiz Yunan çok tanrıcılığının tanrıları hakkındaki geleneksel efsanelerdir. O halde Epikuros, bu efsanelerin doğru olmamakla birlikte ahlâkî bakımından Doğa Filozofları’nın zorunluluklarından daha değerli olduğunu düşünmektedir. Böylece o, tanrılar ve onlara gösterilen tapınma tarzlarına gösterdiği tutuma paralel olarak, olaya tümüyle ahlâkî açıdan bakarak hiç şüphesiz doğru olmadıklarını düşündüğü bu efsaneleri belli ölçüde hoşgörü veya anlayışla karşılamaktadır.

Doğa Felsefesi veya Fiziği

Epikuros’un fiziği hakkındaki en derli toplu bilgi, Herodotos’a yaz­mış olduğu ve tüm fizik sisteminin özetini içeren mektubunda bu­lunmaktadır.

HiÇTEN HiÇBİR ŞEY MEYDANA GELMEZ VE HiÇBİR ŞEY YOKLUĞA GİTMEZ. Epikuros bu görüşüyle tutarlı olarak var olan şeylerin nihai top­lamının da değişmez olduğunu, bu toplamın eskiden neyse şimdi de o olduğunu ve gelecekte de o olacağını söyler. Çünkü var olan şeylerin toplamı veya bütünü dışında bir şey yoktur ki bu bütüne dahil edile­bilsin veya ondan çıkartılabilsin (Epikuros, Herodotos’a Mektup).

VARLlK, CİSİMLER VE BOŞLUKTAN İBARETTİR. Boşluk veya uzaya gelince, onun duyularla veya duyuyla algılanması söz konusu değildir. Ancak akıl bilinenden bilinme­yene geçmeye çalıştığında duyulara dayanmak zorundadır ve duyula­ra dayanan akıl bu konuda bize şunu söyler: Eğer uzay veya boşluk ya da yer olmasa cisimlerin içinde bulunacakları ve hareket edecekleri bir şey olmayacaktır. Ancak bu durumda cisimlerin hareket etmemeleri veya bizim bu hareketleri duyusal olarak gözlemlememiş olmamız ge­rekir. Ama duyularımız apaçık olarak hareketin varlığına tanıklık et­mektedir. O halde duyusal algılarımıza dayanarak ve onların gerektirdiği bir sonuç olarak boşluğun veya uzayın var olduğunu kabul etmek zorundayız(Epikuros, Herodotos’a Mektup).

 EVREN UZAYSAL OLARAK SINIRSIZDIR

   Evren, şeylerin toplamı olduğuna ve bu şeylerin başka herhangi bir şeyle        karşılaştırılarak ondan ayırt edilmesi müm­kün olmadığına göre, sınırsızdır ve bir sınırı olmadığına göre de son­suzdur (Epikuros, Herodotos’a Mektup).

İÇİNDE BULUNDURDUĞU ATOMLARIN SAYISI SONSUZDUR. ANCAK ATOMLAR BÎÇÎM BAKIMINDAN SONSUZ DEĞİLDİR. Bunun mantıksal ve doğal sonucu, evrendeki varlıkların son derecede büyük bir çeşitlilik göstermeleri, bununla birlikte bunun sonsuz bir çeşitlilik olmaması olacaktır.

Ruh Kuramı

Epikuros’un ruh kuramı, fizik kuramının bir parçasıdır.

 Epikuros’un kendisinin ruh üzerine fazla ayrıntılı konuşmayı gerekli görmemesinin bir sonucu da olabilir. Çünkü Epikuros için önemli olan sadece ölümden sonra bir hayatın mümkün olmadığını kanıtlamaktır. O, ruh kuramını bu ethik amacı yerine getirmesi için tasarlamıştır.

Epikuros’a göre ruh, evrende var olan diğer şeyler gibi tamamen maddi, cisimsel bir şeydir; onun maddi-fiziksel bir şey olmadığını ileri sürenler anlamsız bir şey söylemektedirler. Çünkü eğer o, maddi olmayan bir şey olsaydı, ne bir şey üzerine etkide bulunabilir ne de bir başka şeyin etkisine uğrayabilirdi. Örneğin boşluk, bu ikinci türden yani cisimsel olmayan bir şeydir. Ama bundan dolayı o ne bir şey üzerine etkide bulunur ne de başka bir şeyin etkisine uğrar. O sadece cisimlerin kendi içinde hareket etmelerinin imkânını sağlar. Oysa ruhun hem başka bir şey yani beden üzerine etkide bulunduğunu, hem de onun etkisine maruz kaldığını görmekteyiz (Epikuros, Herodotos’a Mektup).

Epikuros ruhu, Platon ve Aristoteles gibi esas olarak canlı bir varlığın hareket ve hayatını meydana getiren ilke olarak tanımlamaktadır. Ancak Platon’dan farklı olarak, onun cisim dışı bir töz olduğu görüşüne kesinlikle karşı çıktığı gibi, bedenden bağımsız olarak var olma imkânını da reddetmektedir.

Atomlardan meydana geldiğini söylemekle birlikte, ruhu meydana getiren atomların, bedeni meydana getiren atomlardan daha ince, daha akıcı bir yapıda olduklarını ve bedenin her tarafına yayılmış olduklarını kabul eder

“O [ruh], sıcaklıkla karışmış bir soluğa benzer; bazı bakımlardan soluk, bazı bakımlardan sıcaklık gibidir. Ancak onda parçalarının inceliği bakımından bu ikisini aşan ve dolayısıyla bedenin geri ka­lan kısmıyla daha yakın bir temas içinde olmasına imkan veren üçüncü bir parça daha vardır. Zihnin yetileri, duygular; hareket ko­laylığı, düşünceler ve kaybedilmeleri ölüme neden olan bütün bu şeyler onun [ruh] varlığına işaret ederler” (Epikuros, Herodotos’a Mektup).

Epikuros gibi Lucretius’un da adını vermediği sonuncu unsurun asıl işlevinin ise bir bütün olarak ruhta duyumu meydana getiren ha­reketleri iletmek olduğu anlaşılmaktadır.

Lucretius’un psikolojik olayları böylece tamamen maddeci bir şe­kilde açıkladığı görülmektedir: Eğer öfkeliysek bunun nedeni ruhumuz­da sıcaklık unsurunun ağır basmasıdır. Eğer korkuyorsak bu, ruhta bu­lunan soluk atomlarının diğer atomlara hakim olmasından ileri gelmek­tedir vb. Bununla birlikte Lucretius insan duygu ve davranışlarını, fark­lı karakterleri, huyları tümüyle bu maddi unsurlara, onların bileşim tarz­larına, bu bileşimde bazı unsurların diğerlerine ağır basmasına bağlama­nın ahlâkî bakımdan doğurduğu olumsuz sonuçları da göz önüne alır ve doğuştan gelen bu özelliklerin izlerinin eğitim veya iradeyle ortadan kal- dmlamaz bir yapıda olmadığını belirtir (Lucretius, Şeylerin Doğast Üzerine).

Kısaca beden ruhun bir kılıfıdır, kalıbıdır, onu içine alan bir kaptır. Nasıl ki, bir kap kırıldığında veya dağıldığında içinde bulunan şey etrafa saçılır ya da yok olursa aynı şekilde beden tahrip olduğun­da ruh da tahrip olur ve ortadan kalkar (Epikuros, Herodotos’a Mektup).

KAYNAKLAR

İlk Çağ Felsefe Tarihi –  Ahmet Arslan

Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri-Diogenes Laertios

gtag('config', 'AW-802439404');