Giriş

John Locke siyaset felsefecileri içinde günümüzün yönetim anlayışlarını en çok şekillendiren kişilerden birisidir. Locke Liberalizmin babası olarak sayılır, bunun yanı sıra o ampirizmin güçlü savunucularından birisidir. Bu yazımızda Locke’un siyaset üzerine yazılmış en önemli kitabı olarak sayılan Yönetim (Hükümet) Üzerine İkinci İnceleme adlı yapıtını inceleyeceğiz. 

Hayat Hikayesi

John Locke, 1632 yılında İngiltere’de doğmuş ve 1704 gene bu ülkede hayata gözlerini yummuştur. Yaşadığı dönem İngiltere’nin politik ve dini karmaşa içinde olduğu bir dönemdi.

Oxford üniversitesinde tıp eğitimi olarak doktor olmuştur. Özel doktorluğunu yaptığı Whig hareketinin başlatıcısı Lord Ashley onun siyasi düşünceleri üzerinde etkili olmuştur.

1675 yılında siyasi düşünceleri nedeniyle ülke dışına çıkmak ve Fransa’ya gitmek durumunda kalmıştır,

1679’de İngiltere’ye geri dönmüş ve Hükümet üzerine birinci ve ikinci inceleme kitaplarını bu dönemde yazmıştır.

Dönemi için oldukça ilerici fikirler içeren bu kitaplarda Locke anayasal devletin kökeni ve meşruluğunu sorgulamakla kalmaz aynı zamanda döneminin en yaygın yönetim şekli olan monarşiyi deyim yerindeyse gayrimeşru ilan eder.

Locke’un kitaplarının içeriği ve yayınlandığı dönemdeki olaylar göz önüne alındığında, onun mevcut politik tartışmalarda radikal bir taraf olduğu anlaşılır, ama kapalı ve sessiz doğası nedeniyle insanlar onun düşüncelerini çok seneler sonra öğrenmiş oldular.

1683 yılında politik nedenlerle bu kez Hollanda’ya gitmek zorunda kalır, buradaki yıllarında Deneycilik (ampirizm) üzerine fikirlerini derlediği İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme kitabını yazar.

1688 yılında İngiltere’de tahtın değişmesine yol açan devrim sonrasında ve onun desteklediği yönetimin başa geçmesiyle yeniden İngiltere’ye döndü ve daha önceden yazmış olduğu kitaplarını yayınlama fırsatı buldu.

Onu sessizlik abidesi olarak tarif ederlerdi çünkü politika ile bu kadar ilgili olmasına rağmen hiç renk vermemiştir uzun süre.

John Locke 1704 yılında İngiltere’de vefat etmiştir.

Locke’tan Önce ve Sonra

Locke’un düşüncelerini kendinden önce gelmiş olan siyaset felsefecilerinin görüşlerinin devamı olarak görmek yanlış olmaz. Özellikle çağdaşı sayılan Thomas Hobbes gibi o da bir toplum sözleşmesi tarafındaydı ve gene onun gibi doğa durumunu siyasal bir yapı için temel olarak almıştır. Daha sonra Locke’un düşünceleri, Montesquieu’dan gelen katkılarla birlikte,  Amerika’nın kuruluşu sırasında kurucu babalar üzerinde etkisi olmuştur, özellikle bağımsızlık bildirgesi yazarlarından Jefferson üzerinde etkisi olmuştur. 

Hükümet üzerine ikinci inceleme kitabı onun hükümet konusundaki pozitif teorisini içerir. Bu pratik bir kitaptır ve doğrudan İngiliz halkına yönelik olarak yazılmıştır. Locke kitabında kendi zamanı için oldukça devrimci fikirler öne sürmüştür ki şu anda bunlar bizim için doğal olan görüşlerdir. Bireysel özgürlük, insanın doğal hakları, hükümetin meşruluğu, rızaya dayalı ve anayasal bir hükümet fikri bunlardan bazılarıdır. Güçler ayrılığını prensibinin tohumlarını da onda görebiliriz. 

Doğa Durumu Teorisi

Locke devletin kökenini açıklamak için bir doğa durumu varsayımından başlar. Siyasal yetke olan devletin ne olduğunu açıklamak için doğa durumundan hareket eder. Bu onun öğretisinin merkezinde yer alır. Locke için doğa durumu Hobbes’un “doğa durumu” gibi politik bir durum değildir, onun için doğa durumu etik bir durumdur, sivil zorunluluk ve otoritenin olmaması halidir. Doğa durumu bireylere insanlığın huzurunu ve korunmasını, barışı ve  birbirlerine zarar vermemelerini dikte eder. Ona göre doğa durumu Hobbes’un ileri sürdüğü gibi daha baştan bir savaş durumu değildir.

Locke için doğa durumu doğal hukukun, doğa yasalarının egemen olduğu bir durumdur. Doğal hukuk açısından herkes eşit ve özgürdür. Doğal hukuka göre hiç kimse başka bir kimsenin canına, malına ve özgürlüğüne zarar veremez. Doğa durumunda doğal hukuka aykırı davranarak doğa yasasına karşı gelen birini diğer insanların cezalandırma hakkı yine doğal hukuktan gelen bir haktır. Doğa durumunda her insan suç işleyenleri, yani doğal hukuka karşı gelenleri cezalandırma hakkını elinde tutar. Devlet durumunda olduğu gibi doğa durumunda da işlenen suç cezalandırılabilir. Devlet durumunda suçu cezalandırmak için nasıl pozitif hukuk varsa doğa durumunda da doğal hukuk vardır. Ayrıca doğa yasalarına uyma zorunluluğu devlet durumunda da devam eder. Doğa yasaları her zaman tüm yasa koyucular ve bütün insanlar için başlangıcı ve sonu olmayan kurallardır. Başka bir deyişle, yasa koyucular yurttaşlar için yasa koyuyorlarsa bu yasalar aynı zamanda hem doğa yasalarına uygun olmalı hem de bu yasaları yapanların kendilerini de bağlamalıdır.

Locke’a göre: “Doğanın anayasası insan soyunun korunmasını öngördüğünden, o anayasaya aykırı hiçbir insan kararı geçerli olamaz” .

Doğa durumu, Locke için siyasi iktidarın meşruiyetini kurgulamak için bir tür “tabula rasa” teşkil etmektedir. O sonrasında üzerinde kurgulayacağı ve meşruiyetini ondan alacağı anayasal siyasal sistem için bir temeldir.

Doğa yasası ilkelerini akıldan almaktadır. Locke bu konuda şöyle söyler: “Doğal durumu yöneten ve herkesi kendisine uymaya zorlayan bir doğal yasa vardır. Aklın bizzat kendisi olan bu yasa kendisine danışan bütün insanlığa herkesin eşit ve bağımsız olduğunu kimsenin bir bir diğerinin hayatına sağlığına özgürlüğüne ya da sahip olduklarına zarar vermemesi gerektiğini öğretir. Herkes kendini korumak zorundadır ve bundan gönüllü olarak vazgeçemez yine aynı sebeple kendi korunması söz konusu değilken gücü yettiğince insanlığın geri kalanını ve korumak zorundadır ve bir suçun cezalandırılması dışında başkasının hayatına son veremez, zarar veremez veya hayatının, özgürlüğünün, sağlığının, organlarının ya da mallarının korunmasına yönelik şeylere yönelemez.”

Locke’ta eşitlik hissi ahlaki bir tutum halini alır ve bunu Richard Hooker’dan yaptığı alıntı ile aktarır: “Eğer insanın kendisi için isteyebileceği ve herkeste bulunduğu kadar bir iyilikten başka bir şey istemiyorsam tek bir benzer doğaya sahip diğer insanlarda da bulunduğu kesin olan bir başkasının benzer isteklerini yerine getirme konusunda dikkatli ve hassasiyet göstermediğim sürece kendi isteğimin herhangi bir kısmının karşılanmasını nasıl bekleyebilirim? Onların bu isteğine karşı yapılan bir kötülük her bakımdan onlar kadar bana da ızdırap vermelidir”.

Doğa durumu üzerine kurulacak iktidar da keyfi bir iktidar olmayacaktır. Bu iktidar doğa durumunun kendisine vermiş olduğu kendisine zarar verene zarar verme hakkını bir başkasına devretmesidir. Kitapta bu konu hakkında şunları söyler:  “İktidar da bu hakkı suçluyu suça uygun soğukkanlı ve makul, bilinçli, vicdanlı ve daha çok telafi edici ve sınırlayıcı şekilde cezalandıran bir iktidardı. Zira bir insan bir başkasına ancak bu iki sebeple, yani telafi etmek ve cezalandırmak için, meşru olarak zarar verebilir ki buna cezalandırma adını veririz”.

Doğa durumuna göre bir kişi kendisine yapılan saldırıya karşı diğerlerini cezalandırma hakkına sahiptir. Diğer ifadeyle doğa durumuna göre saldırganın sahip oldukları şeyleri alma hakkını bize verir ve bu uygundur. Kişi bu durumda hem hakim hem uygulayıcı olmuş olur. Herkes kendi gücü dahilindeki şeyi yapabilir. Locke burada şöyle söyler:

      Zarara uğrayan kişi diğer insanlarla birlikte ortaklaşa sahip olduğu cezalandırma hakkının yanı sıra kendisine zarar veren kişiden verdiği zararın tazminini  talep etmek gibi özel bir hakka sahiptir. Bunu doğru ve adil bulan herhangi birisi de suçludan gördüğü zararın tatmin edici ölçüde tazmini konusunda zarar gören kişiye katılıp ona yardımcı olabilir .                          

Locke kitabın on üçüncü maddesinde doğa durumunu monarşiye karşı savunur ve doğa yasasının insanların birbirlerini ölçüsüzce cezalandırmasına yol açabileceği için hükümetlerin Tanrı tarafından insanlara verilmiş olduğu düşüncesini şartlı olarak kabul eder, ancak bir monarkın (mutlakiyetçi yöneticinin) aynı şeyleri yapmayacağını kim garanti edebilir diye de sorar. Bu durum onun ileride anlatacağı hükümetin halkın gereğinde geri çekebileceği bir rıza üzerine kurulması gerektiği düşüncesini destekler.

Locke on dördüncü maddede aslında hangi yönetim olursa olsun bunun bir doğa durumu olduğunu söyler, çünkü

   Hakikat ve sözünü tutmak insanları bir toplumun üyesi oldukları için değil insan olarak bağlar.

Locke doğa durumunu anlattıktan sonra savaş durumu üzerine konuşmaya başlar. Savaş durumu aslında doğa durumunun bir uzantısıdır. Locke’a göre bize karşı savaş açana zarar verebiliriz, bu birbirimize karşı olan durumdur.  O zaman şu soru akla gelir: Acaba doğa durumu onun anladığı gibi ahlaki bir durum mudur? Bu şekilde barışı sağlanır mı? Ya da bu Hobbes’un herkesin herkese karşı olduğu durumun daha ince bir hali midir?. Locke bu konu ile ilgili 16. maddede şunları söyler: “Makul ve adilane olduğu için hayatıma kast edeni yok etme hakkına sahip olmalıyım, zira doğanın temel yasası insanın mümkün olduğunca korumaktır bütün insanların korunmadığı durumda durumda masumların güvenliği tercih edilmelidir. İnsan tıpkı bir kurt ya da aslanı öldürebileceği gibi kendisine savaş açan ya da varlığına karşı düşmanlık güttüğünü anlattığı kişiyi de yok edebilir. Çünkü böyleleri aklın ortak yasasına bağlı değildirler cebir ve şiddet dışında hiçbir kurala uymazlar ellerine geçirdiklerini yok edecekleri kesin olduğu için bunlara tehlikeli ve muzur yaratıklar olan yabani av hayvanları gibi muamele etmelidir”. On yedinci maddede de düşüncesini derinleştirir: “Doğa durumunda herhangi birisine ait olan özgürlüğü gasp etmeye kalkışan kişinin kaçınılmaz olarak her şeye kast etmeye niyeti olduğunu varsaymak gerekir zira bu özgürlük bütün özgürlüklerin temelidir”. 

Özgürlük Üzerine

Doğa durumunu bir özgürlük durumu olarak gören Locke’a göre yasanın amacı özgürlüğü yok etmek ve sınırlandırmak  değil, tersine onları koruyup alanını genişletmektir. Zira yasa yapabilen canlılar için hukuk yoksa özgürlük de yoktur. Çünkü özgürlük herkesin aklına geldiğini, canının istediğini yapma serbestisi değil, arzularını, kişiliğini, fiillerini mülkiyetini ve sahip olduğu her şeyi tabi olduğu yasalara uygun olarak düzenlemek ve kullanmak ve bunu yaparken bir başkasının keyfi iradesine tabi olmayıp istediklerini serbestçe yerine getirmektir. Özgürlük ve kendi iradesine göre davranma hürriyeti insanın akıl sahibi olmasına dayanır ki o akıl kişiye kendisini yöneten yasaya göre davranmasını söyler ve kendisi iradesine göre davranabilmesinin sınırını gösterir.

Mülkiyet Teorisi

Locke mülkiyet üzerine konuşmasına şu cümleler ile başlar: “İster bize insanların doğdukları anda kendilerini koruma hakkı ve dolayısıyla yeme, içme ve hayatlarını sürdürme gibi doğanın sağladığı diğer şeylere hakkı olduğunu söyleyen doğal aklı, ister tanrının yeryüzünde Adem’e Nuh’a ve oğullarına bahşettiği nimetleri anlatan vahyi göz önüne alalım, şurası açıktır ki kral Davut’un 115. Mezmur’da dediği gibi tanrı yeryüzünü bütün insanlığa ortak olarak vermiştir” Bu şekilde insanın “hayatını sürdürebilmesi” için mülk edinmesinin ilahi bir hak veya akli bir zorunluluktur. İlahi bir hak iddiası kitabın diğer kısımlarının da İncil’e yapılmış referanslarla dolu olması nedeniyle çağının ruhu ile uyumludur. Diğer taraftan bunu akli bir zorunluluk olarak öne sürerek aklı işaret etmesinin ise 18. yy’daki akıl çağını muştulamış olduğunu söyleyebiliriz. Buradaki tartışmasını şöyle devam ettirir: “Böyle düşünülünce, insanın herhangi bir şey üzerinde nasıl mülkiyet sahibi olabileceği konusu bazıları için büyük bir zorluk olarak görünüyor. Buna, eğer tanrının yeryüzünü çok Âdem’e ve onun nesline ortaklaşa verdiği varsayımına göre mülkiyet kavramını izah etmek zorsa yeryüzünü Âdem’e ve bütün neslini değil sadece kendisine ve ardından gelen bahar işlerine vergiyi varsayımına göre evrensel bir Monarktan başka birisinin mülkiyet sahibi olabilmesi hiç mümkün değildir şeklinde cevap veririm”  Locke bölüm boyunca mülkiyetin meşru hale getirecek şeyleri sayar ve şu önerileri sunar: “Kişi bir nesneyi, doğanın onu yerleştirdiği ortaklaşa durumdan çıkarınca bu emekle ona bir şeyler ekleyince o şey artık diğer insanları  ortak hakkı olmaktan çıkar”, “Bir meşe ağacının altından topladığı meşe palamutları veya ormanda devşirdiği elmalarla beslenen kişi o şeyleri kesinlikle kendisine ait kılmıştır, kimse yiyeceğin ona ait olduğunu inkar edemez, o halde soruyorum o şeyler ne zaman ona ait olmaya başladı? Onları sindirdiğinde mi? Yediğinde mi? Yoksa kaynattığında mı? Ya da eve götürdüğünde mi? Veya topladığında mı? Açıktır ki eğer ilk toplama onları o kişiye ait kılmamışsa başka hiçbir şey kılamaz. Bu topladıklarıyla ortak olarak geride kalan şeyler arasındaki farkı gösteren o emektir. O şeylere herkesin ortak anası olan doğanın yaptığından farklı bir şey eklemiş olan emektir bu emek sayesinde o şeyler o kişinin özel hakkı haline gelmiştir. Peki birisi çıkıp bu şeyleri böyle düzenleyen kişinin bunları kendisine ait kılmak için bütün insanlığın rızasını almadığı için bu meşe palamutları veya elmalar üzerinde hiçbir hakkı olmadığını söyleyebilir mi? Bu kişinin ortak olarak herkese ait olan şeyleri bu şekilde kendisine mal etmiş olması bir soygunculuk muydu? Böyle bir rıza gerekli olsaydı insanlar Tanrı’nın kendilerine bahşettiği bolluğa rağmen açlıktan ölürlerdi.” Locke bu fikrini desteklemek için dünyada insanların tümüne yetecek kadar bolluğun olduğunu söyler, onun yaşadığı dönemde oldukça geçerli olan bu doktrin ile hareket eden Avrupalı devletler koloniler kuruyordu. Locke’un bu söyledikleri bugün ne kadar geçerlidir?

Mülkiyete yönelik olarak şöyle bir itiraz gelebilir şayet yeryüzünde meşe palamutlarını meyveleri toplamak onlar üzerinde bir hak doğuyorsa o zaman herkes istediği kadar istifleyebilir buna Locke’un cevabı şöyle olacaktır: “Hayır öyle değil, bize mülkiyet hakkı veren doğa yasası aynı zamanda bunu sınırlar da….İnsan bir şeyi hayatı için fayda sağlayacak, bozup ziyan etmeyecek kadarını kullandığı ölçüde, emeği ile o şeyde bir mülkiyeti tesis edebilir. Bunun ötesi payından fazlasıdır ve başkalarına aittir. Tanrı hiçbir şeyi insanın bozup ziyan etmesi için yaratmaz.”

Locke mülkiyetin israfı durumunda kişinin komşusunun hayatını kolaylaştıracak şeylere tecavüz etmiş olduğu için suç işlemiş sayılacağını ve cezalandırılmayı hak ettiğini söyler.

Topluluk Durumu Üzerine

Locke’a göre doğa durumunu terk edip uygar toplum oluşturmak üzere insanların bir araya gelmelerinin birinci amacı mülkiyetin korunmasıdır. Mülkiyet hem yaşam hakkını hem özgürlük hakkını hem de mülk edinme hakkını kapsar. Locke insanın doğa durumunda özgür olduğu, kendi kendisinin efendisi olduğu ve hiç kimseye bağımlı olmadığı hâlde niçin bu egemenlik ve özgürlük hakkından vazgeçtiğini ve başka bir gücün egemenliği altına girdiğini sorar. Bu sorunun yanıtı, doğa durumunda insanın her ne kadar her şeye hakları olsa da bu haklarından yararlanabileceğinin kesin olmamasıdır. Bu hak başkaları tarafından sürekli saldırıya uğrayabilir. Doğa durumu her an bir savaş durumuna dönüşebilir. İnsanları sürekli korku dolu ve sürekli tehlike içinde oldukları bu durumdan çıkmaya zorlayan işte budur. Toplum durumuna geçişin ikinci bir nedeni de doğa durumunda doğa yasalarını uygulayacak tarafsız bir yargıcın bulunmamasıdır. Çünkü doğa durumunda herkes yargıçtır, herkes doğa yasasına uymayanlara ceza verme hakkına sahiptir. İnsan taraflı olduğundan, kendi çıkarları zarar gördüğünde tutkuları ve öç alma isteği ona aşırılıklar yaptırabilir ve bu da adaletsizliğe yol açar. Toplum durumuna geçişin üçüncü nedeni ise doğa durumunda verilmiş bir yargıyı destekleyip uygulayabilecek bir makam olmamasıdır. Bu da uğradığı haksızlıktan dolayı suç işlemiş olana ceza vermeye kalkışan insan için tehlikeli ve öldürücü olabilir. İşte bütün bunlardan dolayı doğa durumunun tüm iyiliklerine karşın insanlar bu durumda kalmayı arzu etmezler ve isteyerek toplum durumunda yaşamaya yönelirler. Hem toplumların hem yönetimlerin hem de yasama ve yürütme erkinin hukukunun başlangıcı bu şekildedir.

Locke toplumun Tanrı tarafından önce karı koca sonra da aile üzerine kurgulandığını söyler. Ailenin çocuğun bakımını devam ettirmek için devamlı bir kurum olduğunu pragmatik bir etik anlayışı ile yorumlar, aile vardır, çünkü çocuk doğar doğmaz bazı hayvanların yavruları gibi kendine bakacak durumda değildir ve onun yetiştirilmesi için güvenli bir ortama ihtiyaç vardır, bu nedenle erkek ve kadın çiftleştikten sonra da birlikteliklerini sürdürmelidirler.

Locke siyasal toplumun oluşması için iktidara ihtiyaç olduğunu şu sözlerle aktarır: “Hiçbir siyasal toplum mülkiyeti korumak ve o toplumdaki ihlalleri cezalandırmak amacıyla kendi içinde bir iktidara sahip olmaksızın var olamaz ve varlığını sürdüremez. Bu sebeple … toplumun üyeleri sahip oldukları bu doğal İktidardan feragat ederek bunu toplumun ellerine devretmiştir”

Bu durumda siyasal toplumun devleti toplumdaki bireylerin birbirlerine işletikleri muhtelif suçların uygun cezalarının ne olacağını belirlemek üzere iktidar sahibidir yani yasa koyma iktidarı ve yine devletin üyelerinden herhangi birisine karşı devletin üyesi olmayanları cezalandırma iktidarı vardır, bu da savaş ya da barış yapma iktidarıdır. Burada sivil toplumdaki yasama ve yürütme erklerinin kökenini görmüş oluyoruz. 

Locke siyasal toplum ile ilgili bölümün sonunda yeniden monarşinin eleştirisini yapar, bu sefer de bir monarkın hem yasama hem de yürütme yetkilerini kendi elinde bulundurmasını eleştirir, çünkü bu yasama ve yürütme iktidarından kaynaklı hataları telafi edecek bir yargı yoktur, bu nedenle de monarşiler aslında bir doğa durumudur der. Aynı zamanda burada daha sonra Montesquieu’nun tezi olacak olan kuvvetler ayrılığı prensibinin primitif halini görürüz.  

Rızaya Dayalı Hükümet Üzerine

Locke Siyasal toplumu tanımladıktan sonra onun nasıl başlayacağını anlatmaya girişir. Buradaki öncelik çoğunluğun rızasıdır. Bu görüşü onun adını telaffuz etmese de demokrasi taraftarı olduğunu bize gösterir. Locke çoğunluğun kuracağı hükümet hakkında  şöyle söyler: “Böylece bir siyasal toplumu başlatan ve onun fiilen kuran şey bu toplumda birleşerek bir araya gelen çoğunluk olabilmeye muktedir belli sayıda özgür insandan ibarettir ve yeryüzünde meşru bir hükümeti başlatan veya başlatabilen ve ancak ve sadece budur”

Locke Tevrat’taki İsrail tarihinde monarşik bir yönetim olduğunun farkındadır ve görüşlerini Tevratla uyumlaştırmak ister: “…fakat altın çağda yeteri kadar erdem ve dolayısıyla daha iyi yöneticiler vardı, kötülüğe konu olacak şeyler daha azdı ve o zamanlarda ayrıcalıklar insanlara baskı uygulayacak şekilde bir tarafta toplanmıyor, dolayısıyla diğer tarafta da bu ayrıcalıkları ve üst yöneticilerin sahip olduğu iktidari azaltmak ya da sınırlamak konusunda bir tartışma ortaya çıkmıyor ve yöneticilerle halk arasında bir çekişme olmuyordu, fakat daha sonraki çağlarda hırs ve lüks tutkusu iktidarı temerküz ettirip güçlendirdi, iktidar kendisine atfedilen işi yapmaz oldu ve dalkavukların desteğiyle prensler halklarından farklı ve ayrı çıkarları olduğunu öğrendiler, insanlar yönetimin kökenini ve haklarını daha dikkatli bir şekilde incelemenin gerekli olduğunu anladılar. Aşırılıkları dizginlemek ve sadece kendi iyilikleri için başkasının eline emanet ettikleri ama kendilerine zarar verdiğini fark ettikleri bu iktidarın kötüye kullanılmasını engellemek için yollar buldular.”

Locke daha sonra bir kişinin hangi koşullar altında doğduğu toprağın vatandaşı ya da uyruğu olduğu tartışmasıyla devam eder, zira eğer kişi özgür olarak doğduysa onun vatandaş olması için rızasının alınması gerekir, böyle yapılmadığına göre bu kişinin rızası alınmamış mı oluyor? Locke buna karşılık olarak zımni (örtük) rızadan bahseder, yani bir kişi babasından kalan mülkiyeti üzerine alıyorsa ve devletin sağladığı olanaklardan yararlanıyorsa o aslında örtük olarak devlete iktidar haklarını devretmiş olur ve yönetime rıza göstermiş olur. Bununla birlikte böyle bir örtük rıza göstermiş olan kişi mülkiyetini bıraktığında (satarak ya da bağış yoluyla) artık başka bir yönetimin vatandaşı olmaya hak sahibidir. Fakat eğer kişinin açık bir rızası ve sözleşme söz konusu ise o zaman sürekli ve zorunlu olarak devlete tabi olacaktır. Locke rıza konusundaki düşüncelerini şöyle açıklar: “İnsanı devletin tebaası üyesi yapan şey o topluma pozitif bir taahhütle açık bir söz ve anlaşmayla dahil olmasıdır. Siyasal sistemlerin başlangıcı ve insanı bir devletin vatandaşı yapan rıza konusunda ki düşüncem budur.”.

Hükümet Şekli Üzerine

Locke özellikle bir yönetim şeklinden bahsetmez ve özellikle belli bir yönetim şeklini desteklemez. Bu çoğunluk kişilere kalmıştır. Locke’a göre vatandaşın verdiği rıza egemenin yetkilerini kısıtlamalıdır. Onun anayasal hükümeti sınırlamalar içerir. Locke yasalara önem verir ve hükümetin sınırlandırılması gerektiğini söyler.

Yürütmeye Verilecek Ayrıcalıklar Üzerine

Locke hükümetin yetkilerinin ne olursa olsun sınırlandırılması gerektiğini söyler. Acil durumlar için toplumun iyiliği için çalışmak üzere ve sağduyulu davranmak koşuluyla hükümet güçlendirilmiş olmalıdır. Locke bu konuda şöyle söyler: “Yasanın hiçbir şekilde hesaba katmadığı bazı şeyler vardır ki, bunlar kamunun iyiliği bir faydasının gerektirdiği şekilde uygulanmak üzere yürütme iktidarını elinde bulunduran kişinin takdirine bırakılmalıdır. Hatta bazı durumlarda, toplumun bütün üyelerinin mümkün olduğunca korunabilmesi için bizzat yasaların yürütme erkinin ya da bu temel doğa ve yönetim yasasının yolunu açık ona öncelik vermesi uygundur.   Komşu evdeki yangını söndürmek için yanan evin yanındaki masum bir adamın evini yıkmak gibi yasaların kesin ve katı bir biçimde uygulanmasının doğuracağı zararlar birçok aksaklığa neden olabilir”. Burada Locke mülkiyet yasasının katı bir şekilde uygulanması halinde birden fazla kişinin zararlı çıkabileceğini söyler, eski zamanlarda ahşap evlerde yangın olduğunda tüm mahalleye yayılmaması için yanındaki binanın yıkılması gerekliliğinin bu tür bir ayrıcalık kuralı ile açıklar. Ona göre, “ayrıcalık bir kural olmaksızın kamunun iyiliğine hareket etme iktidarından başka bir şey değildir.” Sonra da şöyle devam eder: “Ayrıcalıklar konusunda şu kadim soru sorulacaktır. Bu iktidarın doğru olarak kullanıldığına kim hüküm verecek?”. Kendisi özetle şu cevabı verir: “Bu konuda yeryüzünde hüküm verecek kimse olamaz … elindeki iktidarla halkı köleleştirmeye niyetlendiği zaman halkın semaya başvurmaktan başka çaresi kalmaz. Çünkü bu yöneticiler halkın vermediği bir iktidarı kullanarak hakları olmayan bir şey yapmış olurlar. Hakkından mahrum kalan bütün bir halk ya da tek bir insan yeryüzünde bir başvuru merciine sahip değilse önemli olduğuna hükmettiği durumlarda semaya başvurma özgürlüğüne sahiptir. Halk nihai hükmü kendisinde saklı tutmuştur”, Locke bu sözlerle halkın uğradığı haksızlık karşısında bunu çözebilecek bir yargıca sahip değilse ilahi adaletin tecelli edebilmesi için kendisinin çaba göstermesi gerektiğini söyler

Son Sözler

Locke’un aklı yirmi birinci yüzyılı şekillendiren düşüncelerinin hazırlandığı mutfaklardan birisidir. Epistemoloji alanında hala bilimsel çalışmalarımız meşruluğunu belirleyen ampirizmin ve modern devletin meşru zeminini belirleyen mülkiyet hakkı, kuvvetler ayrılığı liberal düşüncenin kuramcısı olmuştur. Locke’un hükümet kuramı iyi örülmüş bir kumaş gibi sağlam ve geçirimsiz olmuştur. O hükümet kuramıyla tüm insanlık için daha iyi bir dünya ve gelecek hayali kuranlara ipucu vermektedir: gelecek günler öncesinden yapılmış fikri çalışmalar üzerine oturur, daha iyi bir gelecek isteyenler önce onu hayal etmesini bilmelidir.

Kaynaklar

Steven B. Smith, Constitutional Government: Locke’s second treatise (1-5) (Lesson 15)

Bruce W. Gore, Philosophy and History of Christian Thought Lectures (Lesson 51)

Bertrand Russel, Batı Felsefesi Tarihi, Bilgi yayınevi, İkinci basım, 1973

Harun Tepe, Siyaset Felsefesi -1, AÖF yayınları,2018

John Locke, Yönetim Üzerine İki İnceleme, Litera yayıncılık, 2020

gtag('config', 'AW-802439404');