Varsayımlarımız hayatımızın ne kadarını etkiliyor ?
“İşe geç kaldı kesin gene arkadaşlarıyla dışarıda sabahladı.’’
‘’Hoca bu ara bana çok soğuk davranıyor. Galiba artık beni sildi.’’
‘’Sormaya gerek yok ne söyleyeceğini zaten biliyorum.’’
‘’Bizi görür görmez yine bağırıp çağıracak zaten hiç gitmeyelim.’’
‘’İnstagramda gördüm yurtdışındaydı gene patronu göndermiştir kesin.’’
Gerçekte, gündelik yaşamlarımızda sayısız varsayımlarımızın neredeyse birini bile fark etmeden yaşayıp gideriz. Her şeyle ilgili varsayımda bulunma eğilimimiz vardır. Varsayımlarda bulunmanın problemi, varsayımlarımızın gerçek olduğuna inanmamızdır. Başkalarının neyi neden yaptığına dair varsayımlarda bulunuruz. Teorilerimizi kişiselleştiririz. Sonra da o kişileri içten içe suçlarız. Hatta gerçeklik payını sorgulama gereği bile duymadan bütün silahlarımızı karşı tarafa yöneltiriz.
Bir durum karşısında yeterince bilgi sahibi olmadığımızda varsayımlara başvururuz genellikle. Boşlukları kendimiz doldurmaya çalışırız böylece karşı tarafın söz hakkını elinden almış oluruz, dinlemeyiz… Kendimizden o kadar eminizdir ki dinleme ihtiyacı bile hissetmeyiz. Varsayımlarla başlayan çarpık ilişkiler, çatışmalar, zincirleme problemler yumağının içinde buluruz kendimizi.
Hayata dair büyük sorularımızda da aynı şekildedir aslında. Hepimiz farkında olmadan, ne olduğunu bilmeden bir dizi sorgulanmamış varsayım, düşünce, inanç, değer ve tabudan oluşan bir zihinsel hapishanedeyiz. Fikirlerimizi şekillendiren bir zihinsel bedenimiz, hükümlerimize yön veren bir değerler sistemimiz var. Zaten deryada balık gibiyiz. Platon’u hatırlarsak felsefe kendimizi hapsettiğimiz bu mağaradan çıkmamızın yolu olabilir. Tabularımızı kırabiliriz. Kendimiz olabilme şansını yakalayabiliriz. Belki biraz özgürleşebiliriz.
Sahi, dünya görüşlerimizin temellerini oluşturan varsayımlarımız nelerdir?
Dünyadaki her bir kişinin diğer kişilerden az çok farklı bir dünya görüşü olduğunu kabul etmek gerekirse, burada kendimizi bir iç yolculuğa davet etmek gerekir. Felsefeyle kendinize dönüş yapmak için felsefe seminerlerimize katılabilirsiniz. Ama durun Spinoza diyorduk:) Önce Spinoza’nın tabularını kırarkenki yolculuğuna bakalım. Yazının sonunda Neden Felsefe? linkinden kaydınızı yaptırabilirsiniz:)
Spinoza’nın ataları, Katoliklerin neden olduğu sürgünün ardından İber yarımadasından kaçan Sefarad Yahudileriydi. Çalışkan, oldukça zeki bir çocuk olan Spinoza, yoğun bir geleneksel Yahudi eğitimi aldı: yerel Yahudi okuluna, Yeşiva’ya gitti ve tüm okulu yahudi bayramları ve ritüellerini takip etti.
Ancak yavaş yavaş atalarının inancından uzaklaşmaya başladı:
Çocukluğumda Kutsal Yazılar ile ilgili kabul edilen inançlar konusunda eğitilmiş olmama rağmen,
sonunda diğer görüşleri kucaklama ihtiyacı hissettim.
Spinoza öncelikle varsayımlardan kurtulmanın kolay olmadığının farkındaydı tabi ki, ancak azim ve sabırla kendi varsayımlarını tek tek ortaya çıkarmış, en sonunda da bunları daha başka varsayımlarla değiştirme yoluna gitmişti.
Aslında, Spinoza’nın başyapıtı sayılan Etika adlı kitabın planı da bu yaklaşımı belli ölçülerde sezdirir. Spinoza gerçekten de bu kitabında çağının en yaygın “doğru kabullerini tek tek saptamış, bunların neden doğru olamayacağını göstermiş, tam da doğru olmadıkları için insanları mutlu ya da sevinçli kılmaya da yaramadıklarını ileri sürmüş, sonra da bunların yerine konacak yenilerinin “hem doğru hem de sevinç kaynağı” olduğunu kanıtlama yoluna gitmiştir.
Dikkat ve titizliği elden hiç bırakmaması gereken sınırlı bir varlık olduğunun sürekli farkında bir düşünürdü. Bu yüzden Etika’nın her bölümü tanımlar ve aksiyomları peşinen vermekle kalmaz, verilen tanımları ve aksiyomları kullanarak her bölümde kanıtlanacak önermeleri de bir bir sıralar, bu önermelerin neden doğru olduğunu temellendirerek ilerler.
Spinoza, Etika’yı sevimsiz bir geometri kitabına dönüştürme pahasına bu titizlikte ısrar etmiştir.
Kitabına Etika (Etik) demesi de boşuna değildir. Etik, en genel anlamıyla “Nasıl yaşamalıyım?” sorusuna verilen yanıtlar bütünüdür. Bu yanıtlar, Spinoza’ya göre, olmakta olan her şeyin içinde gerçekleştiği evrensel nedensellikler zincirini doğru tanıyıp anlayarak verildiği ölçüde “doğru” bu tanıma ve anlama çabasından uzaklaşıldığı ölçüde “yanlış” olacaktır. Öyleyse, “Nasıl yaşamalıyım?” sorusunu içtenlikle soran birinin, kendisinin de bir parçası olduğu o tek doğayı olabildiğince açık bir kavrayışla tanıması, deneyimlerini aynı doğanın verilerine dayandırması, hem başına gelenler hem de kendisinin bu olaylara verdiği tepkilerde yine o aynı doğanın gerektirmelerinin nasıl iş gördüğünü anlaması gerekecektir.
Spinoza tamamen Latince yazılmış 1677 yılında yayınlanan Etik adlı eserinde Yahudiliğin temel ilkelerine meydan okur:
Tanrı doğanın dışında duran bir kişi değildir.
Dualarımızı duyacak kimse yok.
Ya da mucizeler yaratacak biri yok.
Ya da yaptığımız kötülükler için bizi cezalandıracak biri
Öte dünya yoktur.
İnsan Tanrı’nın seçilmiş yaratığı değildir.
İncil yalnızca sıradan insanlar tarafından yazılmıştır. Bununla birlikte dini anlatıların tarihsel bir alıntı olduğunu göz önüne alarak incelemeliyiz der. Bir başka çalışmasına verdiği isim olan Teolojik Politik İnceleme de bunun bize bir göstergesidir zaten.
Tanrı’nın insanlarla iletişime geçmesi cahilliktir. Tanrı insanlardan ayrı bir varlık olarak düşünülemez.
Tanrı bir zanaatkar ya da mimar değildir. İnananları Kutsal Kılıcı almaya çağıran bir kral ya da askeri stratejist de değildir. Tanrı hiçbir şey görmez, hiçbir şey beklemez. Yargılamaz.
Karar vermez. Çünkü Tanrının kendisi zaten o yasalardan ibarettir. Yani Tanrı karar verip bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 derece olduğu gerçeğini değiştiremez mesela.
Esirgeyip bağışlayamaz, cezalandıramaz. Erdemli insanı ölümden sonraki yaşamla ödüllendirmez bile. Tanrı’nın bir kişi olarak her temsili, hayal gücünün bir yansımasıdır.
Geleneksel ayin takvimindeki her şey saf batıl inanç ve saçmalıktır.
Ancak tüm bunlara rağmen Spinoza dikkat çekici bir şekilde kendini ateist ilan etmedi. Tanrı’nın sadık bir savunucusu olarak kaldığı konusunda ısrar etmiştir. Tanrı’nın özgür istenci yoktur; her şey onun varlığından taşarak oluşur. Spinoza’nın gösterdiği türden bir Tanrı ya da Doğa, planlı, niyetli ve kasıtlı bir biçimde yaratmaya karar veren ve yaratan bir varlık değildir.
Doğa/Tanrı, özü gereği ve zorunlu olarak yaratandır. Üstelik bu yaratma süreci, doğadaki nedensellik yasaları uyarınca olur; bir başlangıcı olmadığı gibi bir bitimi de yoktur. Böylece evrende her şey birbiri tarafından belirlenmiş biçimde meydana gelir.
Tüm doğa Tanrı’nın bir açılımıdır. Gerçekte Doğa, Tanrı ile aynı şey demek olduğu için Spinoza sık sık ‘’Tanrı ya da Doğa (Deus sive Natura)’’ deyişini kullanır. Doğadaki her şey Tanrı’nın bir görünümüdür, bir duygulanımıdır.
Spinoza’nın Tanrısı tamamen kişisel değildir ve çeşitli şekillerde doğa ya da varoluş ya da dünya ruhu olarak adlandırabileceğimiz şeyden ayırt edilemez:
Tanrı, evren ve onun yasalarıdır;
Tanrı, akıl ve gerçektir;
Tanrı, olan ve olabilecek her şeydeki canlandırıcı güçtür.
Tanrı, her şeyin sebebidir, ama o ebedi nedendir.
Tanrı, değişime katılmaz. Ebedi olan bir şey süreye tabi olamaz.
Tanrı, bireyselleştirilemez.
Tanrı,nefret edemez, böyle bir kapasitesi yoktur der.
Tanrı’nın antropomorfik olarak anlatılmasının nedeni insan aklının sınırlarıdır.
Spinoza şöyle yazar:
Her ne varsa, Tanrı’dadır ve Tanrı olmadan hiçbir şey var olamaz veya tasavvur edilemez.
Teolojik politik incelemede mucizeler diye bir bölüm vardır. Eğer biz bir şeye absürd diyorsak bu tamamen onun nedenini bilmememizden kaynaklanır ve doğada şeylerin tabi işleyişinde istisnasız her şeyin bir nedeni vardır.
Aynı zamanda doğada istisnasız her şey bir etkide bulunur. Bilgi teorisi (epistemoloji) açısından her zaman bilgilerimizin bir sınırı olabilir ve vardır; ama insanın bilebileceklerinin bir sınırı olduğunu söylemekle, o sınırın öbür yanında olanın “doğaüstü” olduğunu söylemek aynı şey değildir. İyi bir içkinci, epistemolojik sınırları kabul etmekle birlikte, o sınırların diğer yanında -o sırada bilinemez kalan her ne varsa- yine “doğal” olacağını, Doğa ya da Tanrı’yı aşan bir şeyle karşılaşılmayacağını ileri sürer.
Fredric Brown tarafından yazılan ve gelmiş geçmiş en kısa “korku hikâyesi” olarak bilinen hikâyeyi anımsayalım: “Dünyada kalan son insan tek başına bir odada oturmuştu. Sokak kapısı çalıyordu…” Belki bir içkincinin de tüyleri bir aşkıncı kadar ürperebilir. Ama bu ikisinin korkularının nesnesi tümüyle farklı olacaktır.
İyi bir içkinci kapının ardında kapıyı çalabilen doğal bir varlık olduğunu düşünecek, korkacaksa bu varlığın dostça bir ziyaret için gelmemiş olabileceğinden korkacaktır.
Aşkıncının yaratıcılığı ise ölçüsüzdür. Tüm evreni aşan, doğa yasalarıyla açıklanamaz kim bilir nasıl bir felaket kapının dışında onu beklemektedir!
Spinoza, metni boyunca dua fikrini baltalamaya hevesliydi. Dua ederken, kişi evrenin çalışma şeklini değiştirmek için Tanrı’ya başvurur.
Ancak Spinoza, bunun tamamen yanlış bir yol olduğunu savunur. İnsanların görevi, gökyüzüne küçük mesajlar göndererek varoluşun işleyişini protesto etmek yerine, olayların nasıl ve neden böyle olduklarını anlamaya çalışmak ve sonra kabul etmektir.
Spinoza, Antik Yunan ve Roma Stoacılarının felsefesinden derinden etkilenmiştir. Bilgeliğin olayların nasıl olduğunu protesto etmek için değil, dünyanın yollarını anlamaya yönelik sürekli çabalarda yattığını ileri sürmüşlerdi ve sonra barış içinde zorunluluğa boyun eğmişlerdi.
Spinoza’nın en sevdiği filozof Seneca, insanları, çeşitli yönlerde yaşamın gerekliliklerinin yönlendirdiği tasmalı köpeklerle karşılaştırmıştı. Kişi gerekli olana karşı ne kadar çok çekilirse, o kadar çok boğulur ve bu nedenle bilge kişi her zaman önceden olayların nasıl olduğunu -örneğin, sevginin neye benzediğini veya siyasetin nasıl işlediğini- anlamaya çalışmalı ve sonra yönünü buna göre değiştirmelidir. Gereksiz yere boğulmamak için.
Spinoza’nın felsefesine sürekli olarak hakim olan bu tür Stoacı tutumdur.
Tanrı’yı anlamak geleneksel olarak Mukaddes Kitabı ve diğer kutsal metinleri incelemek anlamına geliyordu. Ancak Spinoza şimdi başka bir fikir sunuyor.
Tanrı’yı tanımanın en iyi yolu, yaşamın ve evrenin nasıl işlediğini anlamaktır: Kişi, Tanrı’yı anlamaya psikoloji, felsefe ve doğa bilimleri bilgisi aracılığıyla ulaşır.
Geleneksel dinde inananlar Tanrı’dan özel iyilikler isteyeceklerdir. Spinoza bunun yerine Tanrı’nın ne istediğini anlamamız gerektiğini ve bunu her şeyden önce tek bir şekilde yapabileceğimizi önerir: olan her şeyi inceleyerek. Muhakeme yoluyla, ilahi ebedi bir perspektife kavuşabileceğimizi belirtir.
Kaynakça:
Spinoza,B. (2011). Etika. (Çev. Hilmi Ziya Ülken).Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Balanuye, Ç.(2017). Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? Reddedilemeyecek Bir Felsefi Teklif. İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Çelik,S. (2018). Modern Felsefe I. Eskişehir: T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2588.Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1557